Amerikalı şair/yazar Raymond Carver’ın kısa hikâyelerini harmanlayarak
Robert Altman’ın sinemaya uyarladığı Short
Cuts filminin beş dakikası dolarken Tom Waits görünür. Bu sahnede, sırf
sevgilisini görebilmek için onun çalıştığı restorana uğrar ve tezgâha tüner.
Züğürtlüğü nedeniyle ancak bir kahve içebilecektir. Filmdeki bu kare ressam
Edward Hopper’ın çok sevilen Nighthawks
at the diner tablosunu akla getirir. Böylece tek bir karede, edebiyat, müzik,
sinema ve resim buluşmuş olurlar. Tabii aynı zamanda 20. yüzyılın dört önemli
Amerikalı sanatçısı da..
Tom Waits, blues, caz, rock, folk, kabare ve operayı edebiyat, şiir, tiyatro
ve sinemayla harmanlayan, çağımızın en sevilen şarkı yazarlarından. Oyunculuk
kariyeri ise müzisyenliğinin gerisinde belki, ama aldığı hemen her rol,
sinemaseverlerin belleğinde yer etmiş durumda. Bu rollerden bir tanesi, yine Amerikalı
bir sinemacı olan Jim Jarmusch’un Coffee
and Cigarettes filmindedir. Iggy Pop ile oynadığı sahnede, müziğine laf
atıldığını düşünerek hem gerçek hem de mecazî anlamda ‘parlar’ ve sonrasında da
oturup bir sigara yakar: “Sigarayı
bıraktığıma göre şimdi bir tane yakabilirim” der. “Eh, madem ki bıraktım..” Tam burada, Jarmusch’ın Down By Law filminin üç büyük
oyuncusundan birinin de Tom Waits olduğunu hatırlayabiliriz. Bu liste uzar
gider. Bir söyleşisinde en çok sevdiği film sahneleri sorulduğunda, ilk aklına
gelen, Raging Bull’da (Kızgın Boğa) Robert de Niro’nun ringde
olduğu sahnedir. Ama bu liste de uzar gider.
70 yaşına merdiven dayamış durumda Tom Waits. Kimseleri umursamadan ve
usul usul dünyayı renklendirmeye (daha çok karartmaya) devam ediyor. Gerçi onun
sesi 40 yıl önce de bol sigara ve içki içmiş, 70’lik biri gibi tınlıyordu ama
olsun. Daha lisedeyken pizzacıda çalışmaya başlamışsan, baban bir gece
kulübünde çalışıyor ve çok içiyorsa ve mecburen sen de ‘ortamlara’ giriyorsan
sesin ince çıkamaz zaten. Hele kapı bekçiliği yaparken buralarda envaiçeşit
müzik türü kulağına çalınıyor, akla gelmeyecek diyaloglara kulak misafiri
olunuyor ve inanılmaz sahnelere tanıklık ediliyorsa; ve hele bir de
yetenekliysen, sonunda ortaya müzik, edebiyat, tiyatro, resim ve sinemadan
oluşan bir ‘mülemma’nın çıkması şaşırtıcı değil.
*
Amerikan’nın Çehov’u olarak görülen Raymond Carver’ın öykü ve şiirlerinde
ikili ilişkiler merkezdedir ve bunların gidişatını hem iki taraf, hem de her
türlü sürprize, derin acıdan güçlü mizaha uzanan devinimleriyle gündelik hayat
belirler. Her an her şey değişebilir ya da yıllar boyu aynı kalabilir. Sevgi
kalır, tutku gider; kazançlı çıkarken üzüntü duyulur, kayıp yaşarken mutlu
olunur. Bitti derken yeniden başlanabilir: “Derken
o cumartesi sabahı, durumu yinelediğimiz bir gecenin ardından uyandık.
Gözlerimizi açtık ve yatakta dönüp birbirimize iyice baktık. İkimiz de o an
anladık. Bir şeylerin sonuna gelmiştik ve önemli olan, nereden yeni bir
başlangıç yapacağımızı bulmaktı. Kalkıp giyindik, kahve içtik ve bu konuşmayı
yapmaya karar verdik. Hiçbir şey sözümüzü kesmeyecekti. Ne telefon. Ne
müşteriler.”
Robert Altman Short Cuts’ta esas
aldığı öyküleri içeren Carver derlemesinin önsözünde şöyle yazmış: “Carver’ın tüm eserlerini tek bir öykü
olarak görüyorum çünkü öykülerinin hepsi olayların vuku bulmasıyla, insanların
aniden başlarına bir olayın gelip hayatlarını değiştirmesiyle ilgili. Belki
başarısız olmaya başlıyorlar. Belki bir felaketten kıl payı kurtuluyorlar.
Belki birbirleriyle ilgili bilmek istemedikleri şeyleri öğrendikten sonra
hayatlarına devam etmek zorundalar. Carver’ın öyküleri bildiğin şeylerden
ziyade bilmediğin şeylerle ilgili ve okur bir yandan satır arasında
anlatılanları fark ederken bir yandan boşlukları dolduruyor.” Film bazen
Carver’dan uzaklaşıyor gibi görünse de, yazarın eşi Tess Gallagher’ın onayından
geçmiş, hatta teşvik görmüş.
*
“Büyük
Amerikan Düşü”nün parodisi olan şarkılarında Tom Waits’ın anlattığı hikâyeler
de Raymond Carver’ınkilerden uzakta değil. Gerçi Waits’inkilerde toplumdışı
kişiler, yersiz-yurtsuzlar, aylaklar ve gezginler daha fazla ama hikâyelerinin
duygu dünyası benzeşiyor. Waits’in, 50 yaşındaki ölümünden önceki son beş yılda
çok üretken olan Carver’ı okuduğu ve ondan etkilendiği belli. Belki Carver da
onun müziğini dinliyordu yazarken ya da yazmak için zihnini toplarken..
Gençlik yıllarında ise Beat Kuşağı yazarlarının, Jack Kerouac’ın, Allen
Ginsberg’ün, Neal Cassady’nin Tom Waits üzerinde büyük etkisi var. ‘Kaybeden’
karakterlerin başından geçen romantik, kalp ağrılı, acılı ve trajik hikâyeler..
Otoyol melankolisi, aşk, kayıtsızlık, tercih edilen bir amaçsızlık.. Ve tabii,
bu kuşaktan çok etkilenen Bob Dylan da Tom Waits için bir esin kaynağı.
‘Kendisiyle yaptığı bir söyleşi’de bu isimlere Charles Bukowski’yi de ekliyor.
“Müzik tarihi birtakım heriflerin
kimliğini gasp etmek isteyip de bunu yapamayanlarla doludur: Howlin’ Wolf,
Jimmie Rodgers gibi şarkı söylemeyi hayal ediyordu; Paul Robeson Caruso’ya
hayrandı; Frank Sinatra Stones’u kıskanıyordu. Bense 16 yaşındayken Ray Charles
ya da James Brown gibi şarkı söylemek istiyordum. İnsanın kendisine
ulaşamayacağı hedefler koyması önemli” diyen Tom Waits, ilk albümü Closing Time’ı 1973’te çıkardı. Üretken
bir beş yılın ardından ise bu dönemin en iyi albümlerinden biri Blue Valentine geldi. ‘Romeo is
Bleeding’ şarkısı bu albümdeydi: “Romeo kan
kaybediyor ama kimse farkında değil / eşlik ediyor radyodaki şarkıya / göğsünde
bir kurşunla / temizliyor mahmuzlarını / ve her şey yolunda / herkes hemfikir bunda, romeo burada olduğuna
göre / ama romeo kan kaybediyor / ve şimdi ürküyor biraz ve yaslanıyor arabanın
kapısına / ve hissediyor kanı ayakkabılarının içinde / ve birisi ağlıyor
telefon kulübesinde.”
1980’de evlendiği senarist Kathleen Brennan onu Captain Beefheart ve onun
müziğiyle tanıştırdı ve 2010’daki ölümüne kadar arkadaşlığını sürdürdüğü
Beefheart, Waits’in en büyük hayranlığı olarak kaldı. Müzisyenin 1993 tarihli The Black Rider albümünün librettosunu
Beat efsanesi William S. Burroughs yazmış, yapımcılığını ise Robert Wilson
yapmıştı. Bertolt Brecht/Kurt Weill ikilisinden yoğun etkiler taşıyan albüm,
Wilhelm isimli genç kahramanın güzel bir kıza âşık olması sonucu şeytan ile
pazarlığa oturmak durumunda kalmasını anlatır. 2002 yılında çıkardığı iki albüm
ise Lewis Carroll (Alice in Wonderland)
ve 23 yaşında ölen Alman yazar Georg Büchner’den (Woyzeck) uyarlamalardır. Waits’in Bertolt Brecht’in ‘İnsan Neyle
Yaşar’ şiirini seslendirmişliği de vardır ve bu parça, William Burroughs’un
yanı sıra bir kez de onun sesinden dinlenmelidir.
Tom Waits bir söyleşide “edebiyatın müziğinize etkisi ne?” sorusunu şöyle
cevaplıyor: “Sayfada iyi görünmese de
kulağa iyi gelen şeyler cezbediyor beni. Ama yine de söz insanıyım. Belli bir
lehçe kullanan ve sözlerle iletişim kuran insanlar hoşuma gidiyor. Söz,
müziktir aslında. En iyisi ikisinin bir arada olmasıdır. Bazen, şarkı yazarken
sesler yaratıyorsun, o sesler yavaş yavaş mutasyon geçiriyor ve manası olan
sözcüklere evriliyor.” Onun ‘Telephone Call From Istanbul’ şarkısı ise 1987
tarihli Franks Wild Years albümünde
yer alıyor: “Gece boyunca kırık camlar
üstünde / hayatta kaldım, bir ecza dolabında / Akdenizli çingene bir otelin
arkasında / yayılmış bir masanın üstüne / tırmandı maymun, tavandaki vantilatörün
pervanesine / verirsen parasını eğer, boyarlar eşeği maviye / İstanbul’dan bir
telefon var bana / bebeğim dönüyor bugün evine.”
Tom Waits’ın etkilendiği yazarlara John Steinbeck ile Ernest Hemingway’i
ve hatta Paul Auster’ı da eklemeliyiz bana kalırsa. Tom Waits, onun
biyografisini yazanlardan Wolfgang Sandner’in tarifiyle: “Günlük kargaşanın bir virtüözü, kapısında ‘yaşam’ yazan gece kulübünün
çarpma kapısı, kendini mahvedecek kadar yaşama aç bir zırdeli.”
*Bu yazı Notos Öykü dergisinin 71. sayısında (Ağustos-Eylül 2018) yayınlanmıştır.
No comments:
Post a Comment