Sunday, December 27, 2009

James Victor "Vic" Chesnutt (November 12, 1964 – December 25, 2009)


2009'da Müzik

Dinlediğim 2009 tarihli albümler arasında en sevdiklerim:

Yabancı:

Jono El Grande / Neo Dada
Sun O))) / Monoliths & Dimensions
Bill Callahan / Sometimes I Wish We Were An Eagle
Mulatu Astatke & The Heliocentrics / Inspiration Information
Evangelista / Prince Of Truth
Bob Dylan / Together Through Life
Tortoise / Beacons Of Ancestorship
Os Mutantes / Haih Or Amortecedor
David Sylvian / Manafon
Mos Def / The Ecstatic

Yerli:

Proudpilot / Monsters Exist
Duman / I-II

Saturday, December 19, 2009

2000'ler denince müzik...

2000’li yılların popüler müzik tarihine parlak bir dönem olarak geçeceğini sanmıyorum. Her ne kadar grup ya da akımların iz bırakıp bırakmadıklarını görebilmek için daha fazla zamana ihtiyaç olsa da, 90’lardaki grunge, drum’n bass, nu-metal gibi çığır açan türlere ya da Nirvana gibi dev isimlere 2000’lerde pek rastlanamadığı söylenebilir.
2000’lerde elektronik müzik iyice yaygınlık kazanmış olsa bile yerinde saydı, hatta geriledi; neo-folk ya da post-punk gibi türlerde verilen yeni ürünler ise, istisnalar dışında, geçmişteki örneklerin taklidi olmanın ötesine geçemedi. Hızla globalleşen dünyanın ezici gücü karşısında etnik bilinçlenmenin artışıyla yerel müzikler pop, rock ve hatta punk ile kaynaşarak daha fazla ilgi topladılar ve seslerini duyurdular. Metal müziğinde ise daha elit bir bağlamda avangart ve yenilikçi ürünler verildi. Death ve black metal’de bazı gruplar farklı sentezlere ulaşarak ilgi ve itibar görürken, birçoğu ise eskiyi yeniden yorumlamakla yetindi. Grime ya da dubstep ise kulüplerin yeni gözdesi olarak 2000’lerde iz bırakan bir tür olarak kabul edilebilir. Bugün ana akım (mainstream) müzikte hala ‘büyük’ olarak anılan topluluklar, 90’larda ya da daha öncesinde ortaya çıkmış olan isimlerdir.
İnternetin yaygınlaşması ve dijital paylaşım elbette ki müziğin yayılmasını sağladı ama özenli ve derin müzik dinleme alışkanlığını da iyice sınırlara itti, keşfetmenin heyecanını törpüledi. Öyle ki, bir albümün “tüm güzelliğiyle“ plağına, hatta CD’sine sahip olmanın genç müzik dinleyicisi için bir önemi kalmadı. Bununla beraber, genç kuşak popüler müziğin zengin geçmişini tanıyıp kavramaktansa daha çok günceli takipte ısrar etti.
Az yapılan sentezleri iyi becerebilenler, White Stripes gibi, 2000’lerin akılda kalan isimleri oldular. Estetiğe ve beceriye verilen önem azalırken, söyleyecek yeni sözü olanların sayısı da çok azdı.
Rock’n roll hala yaşıyor mu? Evet, yaşıyor. Asla ölmeyeceğine dair hala birçok kanıt var elimizde ve bunların kıymetini bilmek gerekiyor.

2000’lerden üç albüm:
Sigur Ros / Agaetis Byrjun
Eminem / The Marshall Mathers LP
White Stripes / White Blood Cells

Monday, April 6, 2009

'Auster' Paydası

Belki bir on yıl önce, Amerikalı yazar Paul Auster’ın bir söyleşisinde W. G. Sebald’ın ismini andığını ve onun Die Ausgewanderten isimli kitabının, son dönemlerde okudukları arasında en iyilerden bir tanesi olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Yazarın ve kitabın ismi aklımda kaldı ve birkaç yıl sonra Sebald’ın bu kitabını, yani Göçmenler’i indirimli bir reyonda buldum. Maalesef birkaç yıl daha gecikerek, romanı ancak 2004’te okudum. Çok iyi ve çok farklı bir kitaptı; çünkü Göçmenler, roman, tarih, anı, gezi yazısı ve otobiyografinin iç içe geçtiği, özgün bir edebi metindi. Daha önce okuduğum hiçbir şeye benzemiyordu.
W. G. Sebald, hafızanın yazarı. Hem bireysel hem de kolektif hafızanın. Hafıza ise, belki sahiden ‘tarih tarafından gasp edilen bir hakkın geri istenmesi.’ (1) Ve Sebald’ın dünyası, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sı. Ancak Sebald, herkesin bildiği ve ilgilendiği türden, ikinci elden anlatılmış Nazi hikayeleriyle ilgilenmiyor ve Auschwitz’te olup bitenlerin, onu yaşamamış biri tarafından tasvir edilemeyeceğini düşünüyor. Soykırım dehşetine onu yaşamadan vurgu yapmayı kendini bilmezlik olarak görüyor. 1944 doğumlu yazar 16 ya da 17 yaşına kadar, 1945 öncesi olanlar hakkında hiçbir şey duymadığını, Nazilere üye olan ve savaş sonrası hapisten dönen babası da dahil, hiç kimsenin yaşananlardan bahsetmediğini söylüyor. Öyle ki, yaşadığı şehirde gördüğü kalıntıları, zaten her şehirde var olan şeyler olduğunu düşünüyor o yaşlarında.
Sebald’ın kitaplarında ezen ve ezilen, zalim ve mazlum arasındaki şiddetin olaylar halinde anlatılmasına ya da toplama kamplarının tasvirlerine rastlanmıyor. Gerçek ile kurgusal olanın iç içe geçtiği, bulanık, canlı ve yaratıcı ama belgesel tadı da veren metinler onunkiler. Üstelik amansız bir fotoğrafçı da olan Sebald, çektiği ya da bulduğu fotoğrafları da metinlerinin içine serpiştiriyor. Lakin açıklayıcı bir alt yazısı olan ve hemen ‘duyguları harekete geçiren’ türden ya da ‘öğretici’ fotoğraflar değil bunlar. Ancak etrafını saran metinle anlam kazanıyorlar ve ‘aura’yı genişleterek bazı şeyleri ima ediyorlar. Fotoğrafların yanı sıra kartlara, biletlere, çizimlere, ajanda ve takvim yapraklarına ya da listelere de rastlanabiliyor, onun kitaplarının içinde.
Türkçeye çevrilen ilk Sebald kitabının, yani Göçmenler’in arka kapağında şunlar yazıyor: ‘Avrupa’daki siyasal belirsizliğin etkisiyle yerlerinden yurtlarından edilen ve yeni vatanlarına uyum sağlamak, yeniden kök salmak zorunda bırakılan bu insanların sepya fotoğraflardan, bölük pörçük anıların sisleri arasından giderek uzaklaşan hayaletleri; okuru varoluş sorunu, zamanın göreceliği ve farkında olmadan iz bırakan küçük şeyler hakkında yeniden düşünmeye sevk ediyor.’(2) 50 yıl sonrasında, bugün de değişen bir şey yok aslında. İnsanlar, zorla yurtlarından ediliyor; zorla, istemedikleri bir hayatı kuruyor ve yaşamaya çalışıyorlar. Aynı hüzün ve burukluk, aynı Sebald’da olduğu gibi, hem yüzeyde, hem de derinde sürüp gidiyor. Göçmenler bittiğinde, büyük bir eserle karşı karşıya olduğunuzu anlarken, kendi geçmişinizin derinliklerinde de -muhakkak- bastırılmış buruk anıların olduğunu hatırlayabilirsiniz.



Bulanık Bir Belgesel

1990’larda çağdaş edebiyatın dahileri arasında gösterilen Winfred Georg Maximillian Sebald Almanya’nın hayli güneyindeki Wertach’da doğmuş. Bu ülkede ve İsviçre’de edebiyat okuyan yazar 1966’da İngiltere’nin Manchester şehrine geçmiş ve 2001’deki erken ölümüne kadar Norfolk’ta yaşamış. Kitaplarında enine boyuna anlattığı bu topraklar üzerindeki talihsiz bir trafik kazası, 14 Aralık 2001’de bu sıra dışı yazarın ölümüne neden olmuş. Göründüğü kadarıyla edebiyat eleştirmenleri, Sebald’dan tek bir kitap okunacaksa, bunun Austerlitz olması gerektiğinde hemfikirler. Aynı kişiler, onun, Bernhard, Borges, Nabokov ve Kafka ile aynı soydan sayılması gerektiğini de düşünüyorlar haklı olarak. Austerlitz, Türkçe’deki üçüncü Sebald kitabı (ikincisi ise Satürn’ün Halkaları idi).
Paul Auster, Sebald ile Austerlitz aracılığıyla tanışmış olabilir belki de. Auster da Yahudi kökenli bir yazar ve kendi soyadını da içeren bir kitap ismi ona çekici gelmiş olabilir. Ama Austerlitz gerçekten de bir başyapıt. ‘Gerçeği hayalle harmanlayan, tarihle bugünü çakıştıran, estetiği bir an olsun elden bırakmayan olağanüstü bir belgesel.’(3) Kitapta Sebald olması çok muhtemel olan anlatıcı, 1967 yılında bir gün, Anvers (Antwerpen) tren istasyonunda kendisi gibi salonun mimari yapısıyla ilgilenen Jacques Austerlitz ile tanışır. Bu yıllara yayılacak olan buluşmaların ve uzun sohbetlerin başlangıcı olan gündür. Jacques Austerlitz, Nazilerden kaçabilsin diye asıl ailesi tarafından İngiltere’ye yollanmıştır ve gerçek isminin bu olduğunu ancak 15 yaşında öğrenebilecektir. Bu andan sonra hep geçmişinin peşinde olacak, ancak bu süreç hiç de kolay olmayacaktır. Kendi hayatının sayfalarını geriye doğru çevirdikçe, acı ve hüzün ters yönde ilerler. Bulanıklık azaldıkça melankoli keskinleşir; geçmişle bugün arasındaki uçurum büyür. Ve metne serpiştirilen fotoğraflar da okurun yolculuğundaki hayallerini zenginleştirir. ‘Beni fotoğrafçılık işinde en çok büyüleyen an ise, gerçekliğin gölgelerinin ışık verilen kağıtta tıpkı anılar gibi adeta hiç yoktan ortaya çıktığı an olmuştur, nitekim anılar da karanlığın arasından içimizde belirir ve onları kaçırmamak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, banyo teknesinde fazla kalan resimler gibi hemen kararırlar.’ (4)
Cynthia Ozick, The New Republic’te yayımlanan denemesinde ‘Yahudiler Almanya’ya olan aşklarına hiçbir zaman karşılık alamadılar – şimdiye kadar. Sebald trajik de olsa Yahudilere işte bu karşılığı verir, ancak bunun için çok geçtir,’ diyor ve yazısının sonuna ekliyor: ‘Başka hiçbir Alman bu hüzünlü öyküleri, yazarı Sebald’dan daha iyi anlayamaz.’ (5)
Yahudi asıllı Amerikalı yazar Paul Auster’ın söz konusu söyleşisini aradım ve sonunda buldum. Yaklaşık on yıllık bir söyleşi bu: ‘Yeni keşiflerim arasında İngiltere’de yaşayan bir Alman var, Georg Sebald. İki kitabını okudum. Romanla meditasyon arası çok uyarıcı ve saf şeyler..’ diyen Auster’ın edebiyat eleştirmenleri tarafından Sebald’a benzetildiği oluyor bazen. Sebald Auster’dan üç yaş daha büyük. İngilizceye Vertigo diye çevrilen Schwindel.Gefühle isimli kitabını 1990’da yayımlamış; Auster’in ise 1994’te çıkmış olan Mr. Vertigo isimli bir kitabı var. Sebald’ın yaşarken Nobel Ödülü ile ismi anılmaya başlamıştı, ama ne yazık ki erken öldü. Auster ise ne mutlu ki hayatta ve çoğu zaman derinlerinde bir hüzünle yazmaya devam ediyor.
Sebald bizlere, dünyada direnebilmenin yolunun hafızamızı korumaktan geçtiğini gösteriyor.

Kaynakça:
(1): Ayvaz, Emre. ‘Tarihin İktidarı, Hafızanın Muhalefeti’, kitap-lık 74, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004.
(2): Sebald, W.G. Göçmenler. Çev. Natali Medina, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999.
(3): Sebald, W.G. Austerlitz. Çev. Gülfer Tunalı, İstanbul: Can Yayınları, 2008.
(4): Sebald, W.G. Austerlitz. Çev. Gülfer Tunalı, İstanbul: Can Yayınları, 2008.
(5): Ozick, Cynthia. ‘Ölümden Sonraki Mükemmellik’, kitap-lık 101, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007.
http://www.wikipedia.org/
http://calitreview.com/14
http://www.guardian.co.uk/books/2004/feb/08/fiction.paulauster1



*Bu yazı Kitap-lık dergisinin Şubat 2009 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Tuesday, February 17, 2009

Bir Sesin Öyküsü

Tindersticks’in son albümünün son şarkısı ‘The Turns We Took’un son dizeleri şöyle: “Evimin bir yerindeki bir parça kağıtta / Bizim buraya kadar gelişimizin öyküsü var / Ve ben işte o çizgiyi izliyorum geriye doğru. / Hep o aynı çocuk, kendi gölgesinden korkan / Hep o aynı çocuk, beni baştan çıkaran, beni her şeyden soğutan...” O çocuk, yani Stuart Staples 43 yaşını doldurdu. İngilizce ‘crooner’ denilen sesiyle, İngiltere’nin 90’lı yıllardan beri en iyi bestecilerinden biri ve Tindersticks’in lideri olarak hayatını sürdürüyor ve şarkılarında geride bıraktıklarıyla hesaplaşıyor.
Tindersticks’in beş yıl aradan sonra geçen yıl tekrar bir araya geldi ve uzun bir aradan sonra yeni bir albüm çıkardı: “The Hungry Saw.” Bu uzun arada solist Stuart Staples üst üste iki solo albüm çıkarmış ve bu çalışmalarda ona eşlik eden eski iki elemanı Neil Fraser ve David Boulter ile tekrar Tindersticks olarak bir araya gelmişti. Sözünü ettiğim hesaplaşma aslında yeni albümün ilk şarkısında başlıyor. İlk dizeler şöyle: “Ah, o günler, nereye gitti o günler / Eşiklerden kayıp gittiler / Yoksa buradalar mı hala? / Ah o günler, evlerimize kadar peşimizden gelirler.”
Beş yıldır grubu özleyenler için “The Hungry Saw”, Tindersticks diskografisine eklenen, bir halka, ama daha çok bir cankurtaran simidi gibi. Çünkü albümde, beklenen Tindersticks klasiklerinin yanı sıra Staples’ın solo albümlerindeki dinginlik, sadelik ve hatta bir çeşit huzur da var. Elbette, şarkı sözlerine yakından bakıldığında yine melankoli, acı ve pişmanlık gibi duyguların ağırlıkta olduğu görülüyor ama grubun 90’lardaki albümleri gibi depresif değil “The Hungry Saw.” Flütten çelloya, klarnetten kemana birçok farklı enstrümanın kullanıldığı ve tam 16 müzisyenin yer aldığı albümdeki üflemeli çalgılarda, grubun kadim dostu Terry Edwards da var.
Yeni Tindersticks şarkıları dinlemenin sevincine, grubu canlı izleme şansı da ekleniyor şimdi. Çok daha önce grubun İnternet sitesinde ilan ettiği gibi, 18 Şubat 2009’da Cemal Reşit Rey’deki sahnede Tindersticks olacak. Biri solo olmak üzere daha önce iki defa İstanbul’a gelmiş olsa da, CRR sahnesi grup için olunabilecek en iyi yer gibi görünüyor. Yaklaşık on yıl önce Hollanda’da, CRR sahnesine benzer bir salonda grubu izleme şansına sahip olmuştum. Bir festivalde, bir yandaki çadırda cambazlar gösteri yaparken, bir diğerinde ise Hanif Kureishi kendi romanlarından okurken, Tindersticks elemanları enstrümanları ve şarap bardaklarıyla sahneyi, ben de kırmızı kadife koltuklarda yerimi alıyordum.

Dünyanın Öbür Ucunda

Albümün en güzel bestelerinden ‘The Other Side of the World’de Staurt Staples, çoğu zaman olduğu gibi yine uzaktaki sevgilisine sesleniyor: “Eğer seninle konuşabilseydim sevgilim / Söyleme fırsatını bulamadığım her şeyi söylerdim sana / Ah, nasıl da saklamıştın benden o gözyaşlarını / Sanki duymuyormuşum gibi / Çünkü tüm bu vahşetin içinde bile seni seviyorum / Tüm bu pisliğin içinde bile / Yaşadığımız en iyi zamanlarda da olduğu gibi seviyorum seni / Dünyanın öbür ucunda.”
Staples’in müthiş güzel bir sesi var. Bu ses, Leonard Cohen’inki, Nick Cave’inki ya da Dylan’inki gibi kendini özleten bir ses. Bu sesin müptelası olunabiliyor, ki iptila hem güzel hem de zor. Bu ses ruhumuzun ve bedenimizin kırılgan yerlerini sarmalayabiliyor. “Müzik ise ne olduğunu bilen bir çizgide ilerliyor ve hayatımıza eşlik eden çok temel bir duyguyu ete kemiğe büründürüyor. Bu duyguya, yani hüzne olan aşinalığımızı artırıyor.”
Adamımız Stuart Staples’ın ilk grubu Asphalt Ribbons’dı ama müzik dünyası onu Tindersticks ile tanıdı. Bilindiği gibi, tam bir ‘grup müziği’ yapıyor(du) Tindersticks ve müzik dünyasındaki yeri benzersiz(di). Verilen aradan sonra, Tindersticks yine sevenleriyle birlikte ve Nottinghamlı olsa da Fransa’da küçük bir kasabada hayatını sürdüren Staples ve arkadaşları dünyanın öbür ucuna gitmiyor belki ama, yine İstanbul’a geliyor.

Saturday, January 10, 2009

2008'de Müzik

Dinlediğim 2008 tarihli albümler arasında en sevdiklerim:

Yabancı:
1. Marc Ribot’s Ceramic Dog / Party Intellectuals
2. Evangelista / Hello, Voyager
3. Arve Henriksen / Cartography
4. Jonathan Richman / Her Beauty is Raw
5. Lambchop / Ohio
6. Bohren und der Club of Gore / Dolores
7. Calexico / Carried to Dust
8. Portishead / Third
9. R.E.M. / Accelerate
10. Nick Cave and the Bad Seeds / Dig, Lazarus, Dig

Yerli:
1. Kırıka / Kaba Saz
2. Replikas / Zerre
3. Islak Köpek / Islak Köpek

Kuyan-Bulak Halı Dokumacıları Lenin'i Onurlandırıyor

Sık sık ve cömertçe onurlandırılır Yoldaş Lenin. Büstleri vardır ve heykelleri. Kentlere ve çocuklara verilir onun ismi. Konuşmalar yapılır ...