Thursday, December 26, 2019

Bal*

Tuzlu suyun ve sesinin kenarında
Puhunun ve İshak kuşunun
Vakur ormandaki yankısında
Yorulduğum göğün altında, nöbetçi
Kovanlarda
Ama daha çok ılıkta, kumun, nemin
Ve gecenin kısık sesinin
Kenarında, ürkek esen rüzgârda
Oturup kökü olmayan, kurumuş
Bir hüzünle, birkaç
Gözyaşı isteyebilirim artık,
Tanıdığımı sanarak öleceğim
Ama yine de tanıdık gelen
Ve belleğimi taşıyan o topraklarda.
Lacivert ağaçlar
Göçtüğün yerden bir ulak
Göndermişler peşim sıra.

(17 Şubat 2019)
*Virüs dergisinin Kasım 2019 tarihli ilk sayısında yayınlanmıştır.


Saturday, December 14, 2019

Hatırlamak Esastır*

Avustralyalı müzisyen/şarkıcı Nick Cave, hayatının beyazperdeye yansıtıldığı Dünyada 20.000 Gün filminde psikanalistinin, “Hayatta en büyük korkunuz nedir?” sorusuna, “Belleğimi yitirmek,” diye cevap veriyordu. Alman yazar W. G. Sebald’ın edebiyatını da tek bir sözcükle tanımlamak gerekse, bu sözcük “bellek” olabilir. Ya da belki, daha kapsayıcı olması bakımından “hafıza”... Hafızanın ve hatırlayışın poetikasını çıkardı Sebald ve bunu daha önce kimsenin yapmadığı bir biçimde becerirken edebi türleri harmanladı, öykü ve romanlarının arasına fotoğraflar, belgeler, çizimler, takvim yaprakları serpiştirerek belleğin yolculuğunu aydınlatmaya çalıştı.

Gerçek ile kurgusal olanın iç içe geçtiği, bulanık ama canlı, yaratıcı ama belgesel tadı da veren metinler onunkiler. Ve bu metinlere eşlik eden -çekilmiş ya da bulunmuş- fotoğraflar da onu okuma serüveninde önem taşıyor. Lakin açıklayıcı bir alt yazısı olan ve hemen “duyguları harekete geçiren” türden ya da “öğretici” fotoğraflar değil bunlar. Ancak etrafını saran metinle anlam kazanıyor ve “aura”yı genişleterek bazı şeyleri ima ediyorlar; bu sayede de okurun, metnin içindeki yolculuğunda hayal gücünü zenginleştiriyorlar. “Beni fotoğrafçılık işinde en çok büyüleyen an, gerçekliğin gölgelerinin ışık verilen kağıtta tıpkı anılar gibi adeta hiç yoktan ortaya çıktığı an olmuştur, nitekim anılar da karanlığın arasından içimizde belirir ve onları kaçırmamak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, banyo teknesinde fazla kalan resimler gibi hemen kararırlar,” diyor Sebald, kendisinin de amatör bir kamerasının olduğunu öğrendiğimiz bir söyleşisinde.



Vertigo, Alman yazar Winfred Georg Maximillian Sebald’ın Türkçeye çevrilen dördüncü kitabı. Daha önce Göçmenler, Austerlitz ve Satürn’ün Halkaları isimli kitapları -eğer varsa- okuyucusuyla buluşmuştu. 1944 Wertach (Almanya) doğumlu yazar ülkesinde ve İsviçre’de edebiyat okuduktan sonra akademisyen olarak 1966’da İngiltere’nin Manchester şehrine geçmiş, oradan da 2001’deki erken ölümüne kadar yaşayacağı Norfolk’a taşınmıştı. Kitaplarında enine boyuna anlattığı bu topraklar üzerinde otomobil kullanırken geçirdiği bir kalp krizi, 14 Aralık 2001’de çağdaş edebiyatın bu sıradışı yazarını bizlerden ayırdı.

Melankoli, her Sebald metninde olduğu gibi Vertigo’da da temel unsur; ancak melankolinin yanında endişe, bunaltı, uykusuzluk, baş dönmesi ve yorgunluğun yarattığı bir ruh hali de öykü kişilerinde az ya da çok belirgin. Vertigo da Göçmenler gibi, birbirinden bağımsız okunabilen, ama bir yandan da içsel yaşantıların yoğunluğuyla örülmüş anlatılardan oluşuyor. İlk anlatı Stendhal hakkında, ama yazar burada ön ismiyle, yani Beyle olarak karşımıza çıkıyor. Hafızada kalan, Beyle için de önemli: “Bu nedenle insanlara, seyahatlerde karşılaştıkları güzel manzara ve görüntülerin gravürlerini almamalarını öğütler. Çünkü gravürler kısa bir süre içinde adı geçenlere dair anıların yerlerini ele geçirecek, hatta şunu söylemek bile kabildir ki, bu anıları tahrip edeceklerdir.” Bir gezi yazısı olarak da okunabilecek ikinci metinde ise, isimsiz anlatıcının bizzat Sebald olduğu düşünülebilir. Üçüncü anlatıda ise “Dr. K” olarak Kafka var. Sebald’ın kendisini Stendhal’e kıyasla Kafka’ya daha yakın hissettiği anlaşılabiliyor burada, çünkü adeta onun ağzından konuşuyor: “Gözlerimizi açsaydık, doğanın, mutluluğumuz olduğunu görecektik, çoktandır onun bir parçası olmayan vücutlarımızın değil. İşte bunun için bütün sahte âşıklar ki haddi zatında sadece bunlar mevcuttur, aşk sırasında gözlerini kapalı tutarlar, ya da kocaman kocaman açarlar şehvetle, ki bu da aynı şeydir aslında.” Dördüncüde ise anlatıcı, doğmuş olduğu ama onlarca yıldır görmediği kasaba W.’ye bir ziyaret yapar. Bir krizin tetiklediği bu türden bir yolculuğa Sebald’ın yazdıklarında sıkça rastlanır. Birer arayıştır bu yolculuklar, ama neyin peşinde olunduğu pek de belli değildir. Bazen eksik olan bir şeyin tamamlanabileceği ya da hatırlanabileceği umulur: “W.de geçirdiğim ilk günlerde Engelwirt’ten hiç çıkmadım. Geceleri rüyaların tacizinde geçirip, ancak sabahın ilk saatlerinde huzura kavuşabildiğim için öğleden önceleri uyudum ki bunu başka zamanlarda hiç beceremem. Öğleden sonraları ise aldığım notlar ve onlarla bağlantılı tefekkürle meşgul, boş birahanede oturdum.” Yolculuk yapmak, bağlantıları kurabilmek için hafızayı özgürleştirebilir belki ama fazla bilinçli olma hali, anın fazlasıyla farkında olma hali, düzeltilmesi mümkün olamayacak yanılgıları da beraberinde getirebilecektir. 

Edebiyat eleştirmenleri, Sebald’dan tek bir kitap okunacaksa bunun Austerlitz olması gerektiğinde hemfikirler. Aynı kişiler, onun Thomas Bernhard, Borges, Nabokov ve Kafka ile aynı soydan sayılması gerektiğini de düşünüyorlar. Öte yandan VertigoGöçmenler ve Satürn’ün Halkaları da bir “üçleme” olarak görülebilir.

Daha önce SabitFikir dergisi için, “Niçin Sebald okumamız gerektiği” sorusunu şöyle cevaplamıştım: “Üzerinde yoğunlaşılınca, insanı -her seferinde- yeniden bütünleşmiş hissettirdiği için…” Şu kesin ki, W. G. Sebald’ın erken ölümü, çağdaş edebiyatı benzeri olmayan bir yazardan mahrum bıraktı. Sebald zorlu ama bağımlılık yaratan edebi mirasında bizlere, dünyada direnebilmenin yolunun hafızamızı korumaktan geçtiğini söylüyordu.


*Bu yazı, 11 Şubat 2016 tarihinde Sabitfikir dergisinde yayınlanmıştır.

Saturday, December 7, 2019

Burbon, Jeton ve Edebiyat*


Amerikalı şair/yazar Raymond Carver’ın kısa hikâyelerini harmanlayarak Robert Altman’ın sinemaya uyarladığı Short Cuts filminin beş dakikası dolarken Tom Waits görünür. Bu sahnede, sırf sevgilisini görebilmek için onun çalıştığı restorana uğrar ve tezgâha tüner. Züğürtlüğü nedeniyle ancak bir kahve içebilecektir. Filmdeki bu kare ressam Edward Hopper’ın çok sevilen Nighthawks at the diner tablosunu akla getirir. Böylece tek bir karede, edebiyat, müzik, sinema ve resim buluşmuş olurlar. Tabii aynı zamanda 20. yüzyılın dört önemli Amerikalı sanatçısı da..
Tom Waits, blues, caz, rock, folk, kabare ve operayı edebiyat, şiir, tiyatro ve sinemayla harmanlayan, çağımızın en sevilen şarkı yazarlarından. Oyunculuk kariyeri ise müzisyenliğinin gerisinde belki, ama aldığı hemen her rol, sinemaseverlerin belleğinde yer etmiş durumda. Bu rollerden bir tanesi, yine Amerikalı bir sinemacı olan Jim Jarmusch’un Coffee and Cigarettes filmindedir. Iggy Pop ile oynadığı sahnede, müziğine laf atıldığını düşünerek hem gerçek hem de mecazî anlamda ‘parlar’ ve sonrasında da oturup bir sigara yakar: “Sigarayı bıraktığıma göre şimdi bir tane yakabilirim” der. “Eh, madem ki bıraktım..” Tam burada, Jarmusch’ın Down By Law filminin üç büyük oyuncusundan birinin de Tom Waits olduğunu hatırlayabiliriz. Bu liste uzar gider. Bir söyleşisinde en çok sevdiği film sahneleri sorulduğunda, ilk aklına gelen, Raging Bull’da (Kızgın Boğa) Robert de Niro’nun ringde olduğu sahnedir. Ama bu liste de uzar gider.
70 yaşına merdiven dayamış durumda Tom Waits. Kimseleri umursamadan ve usul usul dünyayı renklendirmeye (daha çok karartmaya) devam ediyor. Gerçi onun sesi 40 yıl önce de bol sigara ve içki içmiş, 70’lik biri gibi tınlıyordu ama olsun. Daha lisedeyken pizzacıda çalışmaya başlamışsan, baban bir gece kulübünde çalışıyor ve çok içiyorsa ve mecburen sen de ‘ortamlara’ giriyorsan sesin ince çıkamaz zaten. Hele kapı bekçiliği yaparken buralarda envaiçeşit müzik türü kulağına çalınıyor, akla gelmeyecek diyaloglara kulak misafiri olunuyor ve inanılmaz sahnelere tanıklık ediliyorsa; ve hele bir de yetenekliysen, sonunda ortaya müzik, edebiyat, tiyatro, resim ve sinemadan oluşan bir ‘mülemma’nın çıkması şaşırtıcı değil.
*

Amerikan’nın Çehov’u olarak görülen Raymond Carver’ın öykü ve şiirlerinde ikili ilişkiler merkezdedir ve bunların gidişatını hem iki taraf, hem de her türlü sürprize, derin acıdan güçlü mizaha uzanan devinimleriyle gündelik hayat belirler. Her an her şey değişebilir ya da yıllar boyu aynı kalabilir. Sevgi kalır, tutku gider; kazançlı çıkarken üzüntü duyulur, kayıp yaşarken mutlu olunur. Bitti derken yeniden başlanabilir: “Derken o cumartesi sabahı, durumu yinelediğimiz bir gecenin ardından uyandık. Gözlerimizi açtık ve yatakta dönüp birbirimize iyice baktık. İkimiz de o an anladık. Bir şeylerin sonuna gelmiştik ve önemli olan, nereden yeni bir başlangıç yapacağımızı bulmaktı. Kalkıp giyindik, kahve içtik ve bu konuşmayı yapmaya karar verdik. Hiçbir şey sözümüzü kesmeyecekti. Ne telefon. Ne müşteriler.”
Robert Altman Short Cuts’ta esas aldığı öyküleri içeren Carver derlemesinin önsözünde şöyle yazmış: “Carver’ın tüm eserlerini tek bir öykü olarak görüyorum çünkü öykülerinin hepsi olayların vuku bulmasıyla, insanların aniden başlarına bir olayın gelip hayatlarını değiştirmesiyle ilgili. Belki başarısız olmaya başlıyorlar. Belki bir felaketten kıl payı kurtuluyorlar. Belki birbirleriyle ilgili bilmek istemedikleri şeyleri öğrendikten sonra hayatlarına devam etmek zorundalar. Carver’ın öyküleri bildiğin şeylerden ziyade bilmediğin şeylerle ilgili ve okur bir yandan satır arasında anlatılanları fark ederken bir yandan boşlukları dolduruyor.” Film bazen Carver’dan uzaklaşıyor gibi görünse de, yazarın eşi Tess Gallagher’ın onayından geçmiş, hatta teşvik görmüş.
*
 Büyük Amerikan Düşü”nün parodisi olan şarkılarında Tom Waits’ın anlattığı hikâyeler de Raymond Carver’ınkilerden uzakta değil. Gerçi Waits’inkilerde toplumdışı kişiler, yersiz-yurtsuzlar, aylaklar ve gezginler daha fazla ama hikâyelerinin duygu dünyası benzeşiyor. Waits’in, 50 yaşındaki ölümünden önceki son beş yılda çok üretken olan Carver’ı okuduğu ve ondan etkilendiği belli. Belki Carver da onun müziğini dinliyordu yazarken ya da yazmak için zihnini toplarken..
Gençlik yıllarında ise Beat Kuşağı yazarlarının, Jack Kerouac’ın, Allen Ginsberg’ün, Neal Cassady’nin Tom Waits üzerinde büyük etkisi var. ‘Kaybeden’ karakterlerin başından geçen romantik, kalp ağrılı, acılı ve trajik hikâyeler.. Otoyol melankolisi, aşk, kayıtsızlık, tercih edilen bir amaçsızlık.. Ve tabii, bu kuşaktan çok etkilenen Bob Dylan da Tom Waits için bir esin kaynağı. ‘Kendisiyle yaptığı bir söyleşi’de bu isimlere Charles Bukowski’yi de ekliyor.
“Müzik tarihi birtakım heriflerin kimliğini gasp etmek isteyip de bunu yapamayanlarla doludur: Howlin’ Wolf, Jimmie Rodgers gibi şarkı söylemeyi hayal ediyordu; Paul Robeson Caruso’ya hayrandı; Frank Sinatra Stones’u kıskanıyordu. Bense 16 yaşındayken Ray Charles ya da James Brown gibi şarkı söylemek istiyordum. İnsanın kendisine ulaşamayacağı hedefler koyması önemli” diyen Tom Waits, ilk albümü Closing Time’ı 1973’te çıkardı. Üretken bir beş yılın ardından ise bu dönemin en iyi albümlerinden biri Blue Valentine geldi. ‘Romeo is Bleeding’ şarkısı bu albümdeydi: “Romeo kan kaybediyor ama kimse farkında değil / eşlik ediyor radyodaki şarkıya / göğsünde bir kurşunla / temizliyor mahmuzlarını / ve her şey yolunda  / herkes hemfikir bunda, romeo burada olduğuna göre / ama romeo kan kaybediyor / ve şimdi ürküyor biraz ve yaslanıyor arabanın kapısına / ve hissediyor kanı ayakkabılarının içinde / ve birisi ağlıyor telefon kulübesinde.”
1980’de evlendiği senarist Kathleen Brennan onu Captain Beefheart ve onun müziğiyle tanıştırdı ve 2010’daki ölümüne kadar arkadaşlığını sürdürdüğü Beefheart, Waits’in en büyük hayranlığı olarak kaldı. Müzisyenin 1993 tarihli The Black Rider albümünün librettosunu Beat efsanesi William S. Burroughs yazmış, yapımcılığını ise Robert Wilson yapmıştı. Bertolt Brecht/Kurt Weill ikilisinden yoğun etkiler taşıyan albüm, Wilhelm isimli genç kahramanın güzel bir kıza âşık olması sonucu şeytan ile pazarlığa oturmak durumunda kalmasını anlatır. 2002 yılında çıkardığı iki albüm ise Lewis Carroll (Alice in Wonderland) ve 23 yaşında ölen Alman yazar Georg Büchner’den (Woyzeck) uyarlamalardır. Waits’in Bertolt Brecht’in ‘İnsan Neyle Yaşar’ şiirini seslendirmişliği de vardır ve bu parça, William Burroughs’un yanı sıra bir kez de onun sesinden dinlenmelidir.
Tom Waits bir söyleşide “edebiyatın müziğinize etkisi ne?” sorusunu şöyle cevaplıyor: “Sayfada iyi görünmese de kulağa iyi gelen şeyler cezbediyor beni. Ama yine de söz insanıyım. Belli bir lehçe kullanan ve sözlerle iletişim kuran insanlar hoşuma gidiyor. Söz, müziktir aslında. En iyisi ikisinin bir arada olmasıdır. Bazen, şarkı yazarken sesler yaratıyorsun, o sesler yavaş yavaş mutasyon geçiriyor ve manası olan sözcüklere evriliyor.” Onun ‘Telephone Call From Istanbul’ şarkısı ise 1987 tarihli Franks Wild Years albümünde yer alıyor: “Gece boyunca kırık camlar üstünde / hayatta kaldım, bir ecza dolabında / Akdenizli çingene bir otelin arkasında / yayılmış bir masanın üstüne / tırmandı maymun, tavandaki vantilatörün pervanesine / verirsen parasını eğer, boyarlar eşeği maviye / İstanbul’dan bir telefon var bana / bebeğim dönüyor bugün evine.”
Tom Waits’ın etkilendiği yazarlara John Steinbeck ile Ernest Hemingway’i ve hatta Paul Auster’ı da eklemeliyiz bana kalırsa. Tom Waits, onun biyografisini yazanlardan Wolfgang Sandner’in tarifiyle: “Günlük kargaşanın bir virtüözü, kapısında ‘yaşam’ yazan gece kulübünün çarpma kapısı, kendini mahvedecek kadar yaşama aç bir zırdeli.”

*Bu yazı Notos Öykü dergisinin 71. sayısında (Ağustos-Eylül 2018) yayınlanmıştır.


Kuyan-Bulak Halı Dokumacıları Lenin'i Onurlandırıyor

Sık sık ve cömertçe onurlandırılır Yoldaş Lenin. Büstleri vardır ve heykelleri. Kentlere ve çocuklara verilir onun ismi. Konuşmalar yapılır ...