Thursday, December 26, 2019

Bal*

Tuzlu suyun ve sesinin kenarında
Puhunun ve İshak kuşunun
Vakur ormandaki yankısında
Yorulduğum göğün altında, nöbetçi
Kovanlarda
Ama daha çok ılıkta, kumun, nemin
Ve gecenin kısık sesinin
Kenarında, ürkek esen rüzgârda
Oturup kökü olmayan, kurumuş
Bir hüzünle, birkaç
Gözyaşı isteyebilirim artık,
Tanıdığımı sanarak öleceğim
Ama yine de tanıdık gelen
Ve belleğimi taşıyan o topraklarda.
Lacivert ağaçlar
Göçtüğün yerden bir ulak
Göndermişler peşim sıra.

(17 Şubat 2019)
*Virüs dergisinin Kasım 2019 tarihli ilk sayısında yayınlanmıştır.


Saturday, December 14, 2019

Hatırlamak Esastır*

Avustralyalı müzisyen/şarkıcı Nick Cave, hayatının beyazperdeye yansıtıldığı Dünyada 20.000 Gün filminde psikanalistinin, “Hayatta en büyük korkunuz nedir?” sorusuna, “Belleğimi yitirmek,” diye cevap veriyordu. Alman yazar W. G. Sebald’ın edebiyatını da tek bir sözcükle tanımlamak gerekse, bu sözcük “bellek” olabilir. Ya da belki, daha kapsayıcı olması bakımından “hafıza”... Hafızanın ve hatırlayışın poetikasını çıkardı Sebald ve bunu daha önce kimsenin yapmadığı bir biçimde becerirken edebi türleri harmanladı, öykü ve romanlarının arasına fotoğraflar, belgeler, çizimler, takvim yaprakları serpiştirerek belleğin yolculuğunu aydınlatmaya çalıştı.

Gerçek ile kurgusal olanın iç içe geçtiği, bulanık ama canlı, yaratıcı ama belgesel tadı da veren metinler onunkiler. Ve bu metinlere eşlik eden -çekilmiş ya da bulunmuş- fotoğraflar da onu okuma serüveninde önem taşıyor. Lakin açıklayıcı bir alt yazısı olan ve hemen “duyguları harekete geçiren” türden ya da “öğretici” fotoğraflar değil bunlar. Ancak etrafını saran metinle anlam kazanıyor ve “aura”yı genişleterek bazı şeyleri ima ediyorlar; bu sayede de okurun, metnin içindeki yolculuğunda hayal gücünü zenginleştiriyorlar. “Beni fotoğrafçılık işinde en çok büyüleyen an, gerçekliğin gölgelerinin ışık verilen kağıtta tıpkı anılar gibi adeta hiç yoktan ortaya çıktığı an olmuştur, nitekim anılar da karanlığın arasından içimizde belirir ve onları kaçırmamak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, banyo teknesinde fazla kalan resimler gibi hemen kararırlar,” diyor Sebald, kendisinin de amatör bir kamerasının olduğunu öğrendiğimiz bir söyleşisinde.



Vertigo, Alman yazar Winfred Georg Maximillian Sebald’ın Türkçeye çevrilen dördüncü kitabı. Daha önce Göçmenler, Austerlitz ve Satürn’ün Halkaları isimli kitapları -eğer varsa- okuyucusuyla buluşmuştu. 1944 Wertach (Almanya) doğumlu yazar ülkesinde ve İsviçre’de edebiyat okuduktan sonra akademisyen olarak 1966’da İngiltere’nin Manchester şehrine geçmiş, oradan da 2001’deki erken ölümüne kadar yaşayacağı Norfolk’a taşınmıştı. Kitaplarında enine boyuna anlattığı bu topraklar üzerinde otomobil kullanırken geçirdiği bir kalp krizi, 14 Aralık 2001’de çağdaş edebiyatın bu sıradışı yazarını bizlerden ayırdı.

Melankoli, her Sebald metninde olduğu gibi Vertigo’da da temel unsur; ancak melankolinin yanında endişe, bunaltı, uykusuzluk, baş dönmesi ve yorgunluğun yarattığı bir ruh hali de öykü kişilerinde az ya da çok belirgin. Vertigo da Göçmenler gibi, birbirinden bağımsız okunabilen, ama bir yandan da içsel yaşantıların yoğunluğuyla örülmüş anlatılardan oluşuyor. İlk anlatı Stendhal hakkında, ama yazar burada ön ismiyle, yani Beyle olarak karşımıza çıkıyor. Hafızada kalan, Beyle için de önemli: “Bu nedenle insanlara, seyahatlerde karşılaştıkları güzel manzara ve görüntülerin gravürlerini almamalarını öğütler. Çünkü gravürler kısa bir süre içinde adı geçenlere dair anıların yerlerini ele geçirecek, hatta şunu söylemek bile kabildir ki, bu anıları tahrip edeceklerdir.” Bir gezi yazısı olarak da okunabilecek ikinci metinde ise, isimsiz anlatıcının bizzat Sebald olduğu düşünülebilir. Üçüncü anlatıda ise “Dr. K” olarak Kafka var. Sebald’ın kendisini Stendhal’e kıyasla Kafka’ya daha yakın hissettiği anlaşılabiliyor burada, çünkü adeta onun ağzından konuşuyor: “Gözlerimizi açsaydık, doğanın, mutluluğumuz olduğunu görecektik, çoktandır onun bir parçası olmayan vücutlarımızın değil. İşte bunun için bütün sahte âşıklar ki haddi zatında sadece bunlar mevcuttur, aşk sırasında gözlerini kapalı tutarlar, ya da kocaman kocaman açarlar şehvetle, ki bu da aynı şeydir aslında.” Dördüncüde ise anlatıcı, doğmuş olduğu ama onlarca yıldır görmediği kasaba W.’ye bir ziyaret yapar. Bir krizin tetiklediği bu türden bir yolculuğa Sebald’ın yazdıklarında sıkça rastlanır. Birer arayıştır bu yolculuklar, ama neyin peşinde olunduğu pek de belli değildir. Bazen eksik olan bir şeyin tamamlanabileceği ya da hatırlanabileceği umulur: “W.de geçirdiğim ilk günlerde Engelwirt’ten hiç çıkmadım. Geceleri rüyaların tacizinde geçirip, ancak sabahın ilk saatlerinde huzura kavuşabildiğim için öğleden önceleri uyudum ki bunu başka zamanlarda hiç beceremem. Öğleden sonraları ise aldığım notlar ve onlarla bağlantılı tefekkürle meşgul, boş birahanede oturdum.” Yolculuk yapmak, bağlantıları kurabilmek için hafızayı özgürleştirebilir belki ama fazla bilinçli olma hali, anın fazlasıyla farkında olma hali, düzeltilmesi mümkün olamayacak yanılgıları da beraberinde getirebilecektir. 

Edebiyat eleştirmenleri, Sebald’dan tek bir kitap okunacaksa bunun Austerlitz olması gerektiğinde hemfikirler. Aynı kişiler, onun Thomas Bernhard, Borges, Nabokov ve Kafka ile aynı soydan sayılması gerektiğini de düşünüyorlar. Öte yandan VertigoGöçmenler ve Satürn’ün Halkaları da bir “üçleme” olarak görülebilir.

Daha önce SabitFikir dergisi için, “Niçin Sebald okumamız gerektiği” sorusunu şöyle cevaplamıştım: “Üzerinde yoğunlaşılınca, insanı -her seferinde- yeniden bütünleşmiş hissettirdiği için…” Şu kesin ki, W. G. Sebald’ın erken ölümü, çağdaş edebiyatı benzeri olmayan bir yazardan mahrum bıraktı. Sebald zorlu ama bağımlılık yaratan edebi mirasında bizlere, dünyada direnebilmenin yolunun hafızamızı korumaktan geçtiğini söylüyordu.


*Bu yazı, 11 Şubat 2016 tarihinde Sabitfikir dergisinde yayınlanmıştır.

Saturday, December 7, 2019

Burbon, Jeton ve Edebiyat*


Amerikalı şair/yazar Raymond Carver’ın kısa hikâyelerini harmanlayarak Robert Altman’ın sinemaya uyarladığı Short Cuts filminin beş dakikası dolarken Tom Waits görünür. Bu sahnede, sırf sevgilisini görebilmek için onun çalıştığı restorana uğrar ve tezgâha tüner. Züğürtlüğü nedeniyle ancak bir kahve içebilecektir. Filmdeki bu kare ressam Edward Hopper’ın çok sevilen Nighthawks at the diner tablosunu akla getirir. Böylece tek bir karede, edebiyat, müzik, sinema ve resim buluşmuş olurlar. Tabii aynı zamanda 20. yüzyılın dört önemli Amerikalı sanatçısı da..
Tom Waits, blues, caz, rock, folk, kabare ve operayı edebiyat, şiir, tiyatro ve sinemayla harmanlayan, çağımızın en sevilen şarkı yazarlarından. Oyunculuk kariyeri ise müzisyenliğinin gerisinde belki, ama aldığı hemen her rol, sinemaseverlerin belleğinde yer etmiş durumda. Bu rollerden bir tanesi, yine Amerikalı bir sinemacı olan Jim Jarmusch’un Coffee and Cigarettes filmindedir. Iggy Pop ile oynadığı sahnede, müziğine laf atıldığını düşünerek hem gerçek hem de mecazî anlamda ‘parlar’ ve sonrasında da oturup bir sigara yakar: “Sigarayı bıraktığıma göre şimdi bir tane yakabilirim” der. “Eh, madem ki bıraktım..” Tam burada, Jarmusch’ın Down By Law filminin üç büyük oyuncusundan birinin de Tom Waits olduğunu hatırlayabiliriz. Bu liste uzar gider. Bir söyleşisinde en çok sevdiği film sahneleri sorulduğunda, ilk aklına gelen, Raging Bull’da (Kızgın Boğa) Robert de Niro’nun ringde olduğu sahnedir. Ama bu liste de uzar gider.
70 yaşına merdiven dayamış durumda Tom Waits. Kimseleri umursamadan ve usul usul dünyayı renklendirmeye (daha çok karartmaya) devam ediyor. Gerçi onun sesi 40 yıl önce de bol sigara ve içki içmiş, 70’lik biri gibi tınlıyordu ama olsun. Daha lisedeyken pizzacıda çalışmaya başlamışsan, baban bir gece kulübünde çalışıyor ve çok içiyorsa ve mecburen sen de ‘ortamlara’ giriyorsan sesin ince çıkamaz zaten. Hele kapı bekçiliği yaparken buralarda envaiçeşit müzik türü kulağına çalınıyor, akla gelmeyecek diyaloglara kulak misafiri olunuyor ve inanılmaz sahnelere tanıklık ediliyorsa; ve hele bir de yetenekliysen, sonunda ortaya müzik, edebiyat, tiyatro, resim ve sinemadan oluşan bir ‘mülemma’nın çıkması şaşırtıcı değil.
*

Amerikan’nın Çehov’u olarak görülen Raymond Carver’ın öykü ve şiirlerinde ikili ilişkiler merkezdedir ve bunların gidişatını hem iki taraf, hem de her türlü sürprize, derin acıdan güçlü mizaha uzanan devinimleriyle gündelik hayat belirler. Her an her şey değişebilir ya da yıllar boyu aynı kalabilir. Sevgi kalır, tutku gider; kazançlı çıkarken üzüntü duyulur, kayıp yaşarken mutlu olunur. Bitti derken yeniden başlanabilir: “Derken o cumartesi sabahı, durumu yinelediğimiz bir gecenin ardından uyandık. Gözlerimizi açtık ve yatakta dönüp birbirimize iyice baktık. İkimiz de o an anladık. Bir şeylerin sonuna gelmiştik ve önemli olan, nereden yeni bir başlangıç yapacağımızı bulmaktı. Kalkıp giyindik, kahve içtik ve bu konuşmayı yapmaya karar verdik. Hiçbir şey sözümüzü kesmeyecekti. Ne telefon. Ne müşteriler.”
Robert Altman Short Cuts’ta esas aldığı öyküleri içeren Carver derlemesinin önsözünde şöyle yazmış: “Carver’ın tüm eserlerini tek bir öykü olarak görüyorum çünkü öykülerinin hepsi olayların vuku bulmasıyla, insanların aniden başlarına bir olayın gelip hayatlarını değiştirmesiyle ilgili. Belki başarısız olmaya başlıyorlar. Belki bir felaketten kıl payı kurtuluyorlar. Belki birbirleriyle ilgili bilmek istemedikleri şeyleri öğrendikten sonra hayatlarına devam etmek zorundalar. Carver’ın öyküleri bildiğin şeylerden ziyade bilmediğin şeylerle ilgili ve okur bir yandan satır arasında anlatılanları fark ederken bir yandan boşlukları dolduruyor.” Film bazen Carver’dan uzaklaşıyor gibi görünse de, yazarın eşi Tess Gallagher’ın onayından geçmiş, hatta teşvik görmüş.
*
 Büyük Amerikan Düşü”nün parodisi olan şarkılarında Tom Waits’ın anlattığı hikâyeler de Raymond Carver’ınkilerden uzakta değil. Gerçi Waits’inkilerde toplumdışı kişiler, yersiz-yurtsuzlar, aylaklar ve gezginler daha fazla ama hikâyelerinin duygu dünyası benzeşiyor. Waits’in, 50 yaşındaki ölümünden önceki son beş yılda çok üretken olan Carver’ı okuduğu ve ondan etkilendiği belli. Belki Carver da onun müziğini dinliyordu yazarken ya da yazmak için zihnini toplarken..
Gençlik yıllarında ise Beat Kuşağı yazarlarının, Jack Kerouac’ın, Allen Ginsberg’ün, Neal Cassady’nin Tom Waits üzerinde büyük etkisi var. ‘Kaybeden’ karakterlerin başından geçen romantik, kalp ağrılı, acılı ve trajik hikâyeler.. Otoyol melankolisi, aşk, kayıtsızlık, tercih edilen bir amaçsızlık.. Ve tabii, bu kuşaktan çok etkilenen Bob Dylan da Tom Waits için bir esin kaynağı. ‘Kendisiyle yaptığı bir söyleşi’de bu isimlere Charles Bukowski’yi de ekliyor.
“Müzik tarihi birtakım heriflerin kimliğini gasp etmek isteyip de bunu yapamayanlarla doludur: Howlin’ Wolf, Jimmie Rodgers gibi şarkı söylemeyi hayal ediyordu; Paul Robeson Caruso’ya hayrandı; Frank Sinatra Stones’u kıskanıyordu. Bense 16 yaşındayken Ray Charles ya da James Brown gibi şarkı söylemek istiyordum. İnsanın kendisine ulaşamayacağı hedefler koyması önemli” diyen Tom Waits, ilk albümü Closing Time’ı 1973’te çıkardı. Üretken bir beş yılın ardından ise bu dönemin en iyi albümlerinden biri Blue Valentine geldi. ‘Romeo is Bleeding’ şarkısı bu albümdeydi: “Romeo kan kaybediyor ama kimse farkında değil / eşlik ediyor radyodaki şarkıya / göğsünde bir kurşunla / temizliyor mahmuzlarını / ve her şey yolunda  / herkes hemfikir bunda, romeo burada olduğuna göre / ama romeo kan kaybediyor / ve şimdi ürküyor biraz ve yaslanıyor arabanın kapısına / ve hissediyor kanı ayakkabılarının içinde / ve birisi ağlıyor telefon kulübesinde.”
1980’de evlendiği senarist Kathleen Brennan onu Captain Beefheart ve onun müziğiyle tanıştırdı ve 2010’daki ölümüne kadar arkadaşlığını sürdürdüğü Beefheart, Waits’in en büyük hayranlığı olarak kaldı. Müzisyenin 1993 tarihli The Black Rider albümünün librettosunu Beat efsanesi William S. Burroughs yazmış, yapımcılığını ise Robert Wilson yapmıştı. Bertolt Brecht/Kurt Weill ikilisinden yoğun etkiler taşıyan albüm, Wilhelm isimli genç kahramanın güzel bir kıza âşık olması sonucu şeytan ile pazarlığa oturmak durumunda kalmasını anlatır. 2002 yılında çıkardığı iki albüm ise Lewis Carroll (Alice in Wonderland) ve 23 yaşında ölen Alman yazar Georg Büchner’den (Woyzeck) uyarlamalardır. Waits’in Bertolt Brecht’in ‘İnsan Neyle Yaşar’ şiirini seslendirmişliği de vardır ve bu parça, William Burroughs’un yanı sıra bir kez de onun sesinden dinlenmelidir.
Tom Waits bir söyleşide “edebiyatın müziğinize etkisi ne?” sorusunu şöyle cevaplıyor: “Sayfada iyi görünmese de kulağa iyi gelen şeyler cezbediyor beni. Ama yine de söz insanıyım. Belli bir lehçe kullanan ve sözlerle iletişim kuran insanlar hoşuma gidiyor. Söz, müziktir aslında. En iyisi ikisinin bir arada olmasıdır. Bazen, şarkı yazarken sesler yaratıyorsun, o sesler yavaş yavaş mutasyon geçiriyor ve manası olan sözcüklere evriliyor.” Onun ‘Telephone Call From Istanbul’ şarkısı ise 1987 tarihli Franks Wild Years albümünde yer alıyor: “Gece boyunca kırık camlar üstünde / hayatta kaldım, bir ecza dolabında / Akdenizli çingene bir otelin arkasında / yayılmış bir masanın üstüne / tırmandı maymun, tavandaki vantilatörün pervanesine / verirsen parasını eğer, boyarlar eşeği maviye / İstanbul’dan bir telefon var bana / bebeğim dönüyor bugün evine.”
Tom Waits’ın etkilendiği yazarlara John Steinbeck ile Ernest Hemingway’i ve hatta Paul Auster’ı da eklemeliyiz bana kalırsa. Tom Waits, onun biyografisini yazanlardan Wolfgang Sandner’in tarifiyle: “Günlük kargaşanın bir virtüözü, kapısında ‘yaşam’ yazan gece kulübünün çarpma kapısı, kendini mahvedecek kadar yaşama aç bir zırdeli.”

*Bu yazı Notos Öykü dergisinin 71. sayısında (Ağustos-Eylül 2018) yayınlanmıştır.


Monday, September 30, 2019

Radyo’nun ‘Sevgi’li Ruhu


I.
1976 yılında yazdığı bir gazete yazısına, Sevgi Soysal şu soruyla başlar: “Nedir gerçek?” Ardından başka sorular da sorar ve yanıtlar arar. Yazının ortasına gelince bir soru daha atar ortaya: “Ya gerçeği yazmak?..” Sonrasında da sözü Michel Foucault’nun Eski Yunan’dan çağımıza taşıdığı “parrhesia” (doğruyu, hakikati, her şeyi söylemek) kavramına değil, ama bunu kuşkusuz çok önemseyen Bertolt Brecht’e getirir. Sevgi Soysal’ın üzerinde durduğu, onun, 1939’da bir dergide yayımlanan ve gizlice Nazi dönemi Almanyası’na sokulan, “Gerçeğin Yazılmasında Beş Zorluk” isimli yazısıdır. Brecht’in gerçeğin yazılması için gerekli gördükleri ise şöyle sıralanmıştır: “gerçeği yazabilecek cesaret; gerçeği kavrayabilecek akıl; gerçeği, elle tutulabilir bir silaha dönüştürmek sanatı; bu silahı etkili kılacak olanları seçebilmek; gerçeği yığınlara ulaştırabilmek, yaymak becerisi.” (Brecht, 2005, ss. 171-186) İşte, gerek gazete yazılarında gerekse de az sayıdaki radyo konuşmalarında Sevgi Soysal hep bunları göz önünde bulundurmuş, bu gerekliliklerden yola çıkmıştır. Gerçeğin yazılmasında ya da söylenmesindeki zorlukları aşabilmek için radyonun önemli bir araç olabileceğinin farkındadır Brecht. Bu yüzden onu önemser ve gerektiği gibi kullanılmasını ister.
            Henüz 24 yaşındayken Ankara Radyosu’nda çalışan Sevgi Soysal’ın hayatında Radyo’nun önemli bir yer kapladığı biliniyor. 1965’te TRT’de program uzmanı olarak çalışmaya başlayan, ancak 12 Mart 1971 sonrasında tutuklanmasının ardından bu kurumdan ayrılmak zorunda kalan Soysal, kısa hayatının son dönemlerinde BBC’de radyo konuşmaları yapmış. Yazarın, yarım kalan son romanı Hoş Geldin Ölüm ile birlikte 2005 yılında kitaplaşan bu beş BBC konuşmasının dışında, ‘Sevgi Sabuncu’ ismiyle dergilerde yayımlanıp kalmış olan “Eğitici Radyo Üstüne Konuşmalar”ı var.
            Bertolt Brecht’in radyo üzerine yazıları ise 1927-1932 tarihleri kaleme alınmış durumda. Soysal’ın radyo konuşmaların içeriği, Radyo’nun dağıtıcı işlevinin yanına iletişimci işlevinin de konulması gerektiğini savunan Alman yazarın yaklaşımıyla kesişiyor. Brecht, Alman toplumunu ve radyoyu algılayışını eleştirerek söze başladığı “İletişim Aracı Olarak Radyo” yazısında, radyonun hayat amacının kamu hayatını güzelleştirmek olamayacağını -zaten Alman kamu hayatının da güzelleştirilmeye pek elverişli olmadığını- ekledikten sonra bir öneride bulunuyor. “Radyo bir dağıtım aygıtı olmaktan çıkarılıp, iletişim aygıtına dönüştürülmelidir. Radyo kamu hayatının düşünülebilecek en mükemmel iletişim aygıtı, muazzam bir yönlendirme sistemi olabilir. Olabilir ama sadece yaymakla yetinmeyip almayı da becerebilirse, yani dinleyiciyi sadece dinleyen değil, aynı zamanda konuşan haline getirebilir, onu izole etmek yerine ilişkiye geçirebilirse. Bu durumda radyonun tedarikçilik faaliyetini bırakarak, dinleyiciyi tedarikçi olarak örgütlemesi gerekecektir.” (Brecht, 2012, s. 18) Bu gerçekleşebilirse, der Brecht, düşünce alışverişi olanaklı hale gelecek ve radyo demokratikleşerek “etkili” bir buluşa dönüşecektir. Temel mesele, halkın, eğitilmesinin yanında, kendisinin de eğitici rolünü üstlenebilmesidir. Radyo dinleyicisinin aktif olmasını istemesi, yazarın ‘Epik Tiyatro’sunda amaçladıklarıyla ilintilidir elbette. Bu durumda propaganda da yeni bir biçim kazanabilecektir.

II.
            Sevgi Soysal’ın ‘Sabuncu’ soyadıyla 1969 yılında Dost dergisinde yayımlanan dört bölümlük konuşma dizisinde Radyo ve Televizyon’dan eğitme amacına uygun olarak nasıl yararlanılabileceğini bulma çabasındadır ve ilk konuşmaya şu sorularla başlanır: “Radyo her şeyin üstünde bir eğitim aracı mıdır? Yoksa eğlendirici, haber verici bir eğitim aracı mıdır? Yoksa eğlendirirken, haber verirken, yanı sıra eğiten bir araç mıdır?” (Soysal, 1969, s. 26) Soysal’a göre çağdaş eğitimin, insanların düşüncelerini özgürleştirmelerine, bireysel güçlerini anlamalarına yardımcı olması gerekir, çünkü çağımızın bireyi, bireysel gücünü, toplumun ve çağın yararına değerlendirmelidir.
Çağdaş eğitimde birinci amaç, yaşamaya yardımcı olmaktır. Bunun yolu, modern toplumun temelleri hakkındaki eğitim, politik eğitim ve tabiat bilimleri eğitiminden geçmelidir.
İkinci amaç ise, beğeninin geliştirilmesidir. Halkın sanata kapalı kalmış çoğunluğuna onu tanıtma, anlama yolu açılmalıdır.
Üçüncü amaç olarak Soysal, insanlardaki eğilimlerin geliştirilmesi gerektiğini söyler. Önce bunlar açığa çıkarılmalı, sonra da geliştirilirken insanlara yardım edilmelidir.
Yazar öncelikle bu amaçlar üstünde durur çünkü Radyo ve Televizyon’un ancak bu amaçları gözeterek eğitici olabileceğine inanır. Eğitici Radyo’nun temel şartı özerk olmasıdır, ancak mali ve politik özerklik yeterli değildir. Bağımsız, ama yayın yapılan ülkenin çıkarlarını, yararını gözeten; onun gerçeklerine, sorunlarına yönelen; bunların çözümüne katkı yapmaya çalışan; bu görevi bilimsel ve bilinçli bir tarafsızlıkla gerçekleştirebilen bir Radyo, eğitici olabilecektir.
“Eğitici Radyo Üstüne Konuşmalar”ın ikinci bölümünde Sevgi Soysal ‘Kimi Eğitmek-Nasıl Eğitmek?’ sorusunu alt başlık olarak kullanır. “Dinlenmeyen ya da seyredilmeyen bir Radyo-Televizyon, boşa kurşun atan bir silah, dinleyicisiz bir hatip, seyircisiz bir tiyatro, okuyucusuz bir kitap kadar anlamsızdır ve anlamsızlığı oranında eğitici değildir” (Soysal, 1969, s. 11) diyen yazar, hangi dinleyici grubuna neyin, ne şekilde ve ne zaman ulaşması gerektiğinin altını çizer. Radyonun eğitici olması demek, kendisi için gerekli bilgi kaynaklarını, bunlardan yoksun dinleyici kitlelerine aktaran, güven verici bir aktarıcı olması demektir. Burada iki prensip vardır: Bilgi kaynaklarının seçimi ve bilgilerin sunulması. Çünkü bütün bilgi kaynakları, insanların eğitimi açısından aynı önemi taşımazlar. Ayrıca seçilen bilgi, bütünü yansıtan örneklerle geliştirilebilir olmalıdır ki, dinleyici içine çekilebilsin. Öğretme, aydınlatma iddiası taşıyan her programda bilginin sunuluşu da önemlidir, ki burada insanların doğal öğrenme alışkanlıklarına uymak gerekir. Öte yandan, dinleyicinin dikkat grafiği de dikkate alınmalıdır. Örneğin, bir programın son dakikalarında tekrara gidilmelidir, çünkü 45 dakikalık bir programda dinleyicinin ilgisi ilk 10 dakikada yavaş yükselmekte, 10. ile 30. dakika arasında doruğa ulaşmakta ve son 10 dakikada hızla düşmektedir. Soysal bu konuşmasının sonunda “radyoculukta katı, kesin kurallar olamayacağını” söyler. “Didaktik önemli bir yardımcıdır ama hiçbir zaman eğitici çabanın başlangıcı ve sonu olamaz.” (Soysal, 1969, s. 13)
Sevgi Soysal’ın “Eğitici Radyo Üstüne Konuşmalar”ının üçüncü bölümü, radyonun özelliklerinin eğitici yayınlara etkisi üzerinedir. Brecht’in radyo dinleyicisinin pasif olmamasını istemiştir, ancak dinleyici tarafından radyo genelde eğlendirme aracı olarak görülür. Pasif öğrenme olamayacağını savunanlar için radyonun eğitici yanı yoktur; üstelik radyo, dinleyiciyi düşünce tembelliğine alıştırmaktadır. Soysal farklı alıntılarla bu vurguları yapar ama sonra bunlara karşı savlar geliştirir. Öncelikle, dinlemenin, kendini vermenin tam pasif bir davranış olmadığının; yorucu, çaba isteyen, aktif bir durum olduğunun altını çizer. Radyonun akustik özelliği sayesinde iyi bir konuşmacı, dinleyiciyle bir iç diyalog kurabilir. Soysal’a göre radyonun sadece akustik olarak eğitim yapabileceği iki tür vardır: sohbet/anlatarak öğretme ve konferans/aydınlatarak öğretme. Sohbet dinleyiciyi konuya ısıtacak, benimsemesini sağlayabilecektir. Konferansta ise açıklık, netlik ve canlılık çok önemlidir. Ayrıca, mekan ayrılığının eğitici işlevi azaltmasına karşı, bu ayrılığın dinleyiciyi özgür kıldığını ve otoritenin dışına taşıdığını söyleyen yazar, konuşmasını şöyle tamamlar: “Objektif değerler, radyonun aracılığıyla dinleyicinin subjektif dünyasına aktarılabilir. Başarılı bir programda dinleyici bu mekan ayrılığından rahatsız olmaz. Mikrofon, insan kulağıyla kişisel bağlantı kurabilen bir araçtır.” (Soysal, 1969, s. 21)
Konuşma dizisinin dördüncü ve son bölümünde ise Sevgi Soysal radyoyla dinleyici arasındaki mekan ayrılığının nasıl aşılacağına ilişkin yollar bulur ve bunları detaylandırır. Brecht’in daha önce alıntı yapılan “İletişim Aracı Olarak Radyo” yazısında önerdiği gibi, dinleyiciyi programa katmak için dolaylı ve dolaysız yollar -topluca dinleme, mektupla programa katılma, telefonla programa katılma, soru-cevap, tartışma, açık oturum- vardır. Radyo böylece tek sesli bir araçtan çok sesli bir araca dönüşebilir. Konuşmasında radyonun yaygınlığının eğiticilik açısından sakıncalarına da değinen yazar, dinleyicinin bilgi seviyesinin dikkate alınması gerektiğini vurgular: “Yayınları eğitilmemiş çoğunluğun anlayabileceği düzeye getirmekte, ayrımın azalması açısından fayda vardır. Radyo herkese yönelmeli, ama bilgili azınlığı da geliştirmelidir.” (Soysal, 1969, ss. 22-23) Brecht de 1927 tarihli “Radyo Yöneticilerine Öneriler” isimli yazısında şunları önermiştir: “Mikrofon önünde, hiçbir canlılığı olmayan sunumlar yerine, gerçek röportajlar, kendisine soru yöneltilen kişinin, gazetelerdeki röportajlarda olduğu gibi özenli yalanlar uydurmaya zaman bulamadığı gerçek röportajlar yapabilirsiniz. Uzmanların katıldığı tartışmalar çok önemli olabilir. Fakat bu tür programları, aile için müzik veya dil dersleri gibi günlük programların gri tekdüzeliğinden ayırabilmek için önceden duyurular yapmak gerekir. Radyo için yapılmış programlara gelince, söylediğim gibi bunlar ancak ikinci sırada gelmeli, buna karşılık çok daha yoğunlaştırılmış olmalıdır.” (Brecht, 2012, ss. 7-8)

III.
            Dergilerde çıkan bu konuşma dizisinin dışında, Sevgi Soysal’ın kitaplaşan Radyo Konuşmaları, TRT’den arkadaşı Serpil Erdemgil’in ‘Yazı Masası’ isimli, çok samimi ve dokunaklı bir yazısıyla başlar. Tedavi için İngiltere’de kaldığı dönemden, 1976 tarihli beş kısa BBC konuşması, Soysal’ın kara mizah yüklü kişisel gözlemleriyle örülü halde gerçeği kavrar ve dalgalar halinde insanlara yayar. “Hayat, inat tanımaz” der yazar, “Direnmeden, inatlaşmadan paylaşılması gerekir.” (Soysal, 2005, s. 21) Çünkü hayat gerçeğin ta kendisidir. Ölüm hakkında ise şöyle der: “Eğer ölüm varsa, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gerçeği için var. Yoksa ölüm, insanlar arasındaki kavgayı, bir insan ömrü içinde aşamadıkları sevgisizliği, çirkinliği daha kötü bir dünyaya aktarmak isteyenler için değildir.” (Soysal, 2005, s. 29)
            Daha önce değinilen ve “Bu yazı Hitler Almanyası’nda dağıtılmak üzere yazıldı” notuyla başlayan “Gerçeğin Yazılmasında Beş Zorluk” yazısında Bertolt Brecht, önce gerçeği yazacak cesarete, yüreğe sahip olmak gerektiğini söylemiştir. Bu yazı, Sevgi Soysal’ın Orta Doğu Teknik Üniversitesi’de Alman yazar hakkında verdiği konferansın temel eksenini de oluşturur.
            -“Sevgi, kavuniçiye bakan saçları ve koskocaman çantasıyla çıkageldi. Usulca kürsüye ilişti. Çantas ının içindeki bir yığın kitabı masanın üstüne dizdi.” (Türker, 2004, s. 9)
             -“Hakkında bir konferans? Buna kalkışmayacağım. Brecht’ten bir şeyler göstermek -ancak bu mümkün. 20 cilt kitabı bunun için dizdim.” (Soysal, Konferans Notları)
-“Kimseyi ezmeyen bir tevazuyla, Brecht’i anlatmaya kalkışmanın yüklenemeyeceği bir iddia olduğunu, ancak onunla tanışamaya birlikte başlayabileceğimizi söyleyerek giriş yaptı.” (Türker, 2004, s. 9)
-“Brecht yazmayı ciddiye alır. Yazdıklarıyla yetinmez, onları yeniden ve yeniden inceler, eleştirir, açıklar. Çünkü zor bir iştir gerçeği yazmak. (…) Eğer, yaşayan, kavgasını yaşatabilen, gerçeği yansıtan ve gerçeği tümüyle kavrayan gerçek bir halk edebiyatı istiyorsak, en azından gerçeğin hızına ayak uydurabilmeliyiz.” (Soysal, Konferans Notları)
-“Daha sonra yıllarca okuyarak Brecht hakkında edindiğim bütün bilgiyi, o gün ondan dinlediklerim üzerine inşa ettim.” (Türker, 2004, s. 9)
           
IV.
            Kanadalı rock grubu Rush (1980), ‘The Spirit of Radio’ şarkısında şöyle der: “Modern müzik yapan bu mekanizma / çok samimi görünebilir hala / soğuk ve mesafeli olmayabilir / ve bu gerçekten sadece / senin dürüstlüğüne bağlı / sadece senin dürüstlüğüne..”  Brecht hiç susmaması için söz ister radyodan. Nazım Hikmet’in de illetidir o: radyomani, der ve radyosuz yapamaz. Ve görünen o ki, Sevgi Soysal da bir radyo aşığıydı. Daha da ötesi, hayatın aşığıydı o. Hayatın ruhunu yakalamış ve bunu koruyabilmiş bir insandı. Yaşayabildiğince yaşadı, yazabildiğince yazdı. Gerçeği kavrayabildiği için söyleyecek sözleri vardı ve üstelik, bunları hiç çekinmeden söyleyebildi. “Söyleyecek bir şeyleri olan fakat dinleyici bulamayan bir adamın durumu kötüdür. Fakat daha da kötüsü, kendisine bir şeyler söyleyecek birini bulamayan dinleyicilerin durumudur.” (Brecht, 2012, s. 5)

Kaynakça:
Brecht, Bertolt. (2005). Ausgewählte Werke, Sechster Band: Schriften. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag.
Brecht, Bertolt. (2012). Radyo Kuramı ve Sinema Üzerine. (Süheyla Kaya, Çev.) İstanbul: Agora Kitaplığı.
Rush. (1980). ‘The Spirit of Radio’. Permanent Waves-Album. Canada: Core Music Publishers.
Soysal, Sevgi. (1969) ‘Eğitici Radyo Üstüne Konuşmalar I-IV.’ Dost Dergisi 55-58. Ankara.
Soysal, Sevgi. (2004). Bakmak. İstanbul: İletişim Yayınları.
Soysal, Sevgi. (2005). Radyo Konuşmaları-Hoş Geldin Ölüm. İstanbul: İletişim Yayınları.
Soysal, Sevgi. Konferans Notları. İstanbul: Funda Soysal Arşivi.


Bu yazının yer aldığı kitap:




Tuesday, August 27, 2019

51'lik Dünya Edebiyatı Seçkisi (Okunup Sevilenlerden Hareketle Tiyatro/Öykü/Roman)

Agatha Christie / On Küçük Zenci

Albert Camus / Yabancı
Andrey Platonov / Can
Antoine Saint-Exupery / Küçük Prens
Anton Çehov / Öyküleri
Bertolt Brecht / Cesaret Ana
Dino Buzzati / Öyküleri
Edgar Allan Poe / Öyküleri
Ernest Hemingway / Öyküleri
François Rabelais / Gargantua
Franz Kafka / Dönüşüm
Fyodor Dostoyevski / Yeraltından Notlar
Gabriel Garcia-Marquez / Yüzyıllık Yalnızlık
Georg Büchner / Woyzeck
George Orwell / 1984
Heinrich v. Kleist / Michael Kohlhaas
Henri Stendhal / Kızıl ile Kara
Henrik Ibsen / Hayaletler
Henry James / Ormandaki Canavar
Hermann Broch / Bilinmeyen Değer
Hermann Hesse / Demian
Italo Calvino / Zor Sevdalar
Italo Svevo / Zeno
Ivan Turgenyev / Babalar ve Oğullar
Jack Kerouac / Yolda
James Joyce / Dublinliler
Jaroslav Haşek / Aslan Asker Şvayk
Johann W. Goethe / Faust
John Steinbeck / Öyküleri
Juan Ramon Jimenez / Platero ve Ben
Jules Verne / İki Yıl Okul Tatili
Kate Chopin / Uyanış
Lev Tolstoy / İvan İlyiç’in Ölümü
Marguerite Yourcenar / Doğu Öyküleri
Michael Ende / Momo
Miguel Cervantes / Don Kişot
Nikolay Gogol / Palto
Nikos Kazancakis / Zorba
Paul Auster / Ay Palas
Raymond Carver / Öyküleri
Robert Musil / Genç Törless
Sadık Hidayet / Kör Baykuş
Sophokles / Kral Ödipus
Stefan Zweig / Korku
Stephen King / Ölü Bölge
Thomas Mann / Venedik’te Ölüm
Ursula Le Guin / Yerdeniz
W. G. Sebald / Austerlitz
William Faulkner / Döşeğimde Ölürken
William Saroyan / Öyküleri
William Shakespeare / Hamlet


Sunday, August 25, 2019

51'lik Türkçe Edebiyat Seçkisi (Okunup Sevilenlerden Hareketle Tiyatro/Öykü/Roman)

Adalet Ağaoğlu / Ölmeye Yatmak
Ahmet Hamdi Tanpınar / Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Ahmet Haşim / Frankfurt Seyahatnamesi
Ahmet Mithat / Müşahedat
Ayhan Geçgin / Son Adım
Aziz Nesin / Zübük
Barış Bıçakçı / Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Bilge Karasu / Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
Elif Şafak / Mahrem
'Emine' Sevgi Özdamar / Hayat Bir Kervansaray
Fakir Baykurt / Kaplumbağalar
Füruzan / Öyküleri
Haldun Taner / Keşanlı Ali Destanı
Halide Edip / Yeni Turan
Halit Ziya / Mai ve Siyah
İhsan Oktay Anar / Puslu Kıtalar Atlası
Kemal Bilbaşar / Denizin Çağırışı
Kemal Tahir / Esir Şehrin İnsanları
Latife Tekin / Berci Kristin Çöp Masalları
Leyla Erbil / Cüce
Mahmut Makal / Bizim Köy
Memduh Şevket Esendal / Öyküleri
Metin Kaçan / Ağır Roman
Mithat Cemal Kuntay / Üç İstanbul
Murat Uyurkulak / Tol
Murathan Mungan / Kırk Oda
Nahit Sırrı Örik / Kıskanmak
Oğuz Atay / Tehlikeli Oyunlar
Oktay Rifat / Bir Kadının Penceresinden
Orhan Kemal / Öyküleri
Orhan Pamuk / Sessiz Ev
Ömer Seyfettin / Öyküleri
Peyami Safa / Matmazel Noraliya’nın Koltuğu
Recaizade Mahmut Ekrem / Araba Sevdası
Refik Halid Karay / Öyküleri
Reşat Enis / Afrodit Buhurdanında Bir Kadın
Reşat Nuri Güntekin / Ateş Gecesi
Sabahattin Ali / Öyküleri
Sait Faik Abasıyanık / Öyküleri
Sevgi Soysal / Yenişehir’de Bir Öğle Vakti
Sevim Burak / Yanık Saraylar
Şemsettin Sami / Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat
Tezer Özlü / Çocukluğun Soğuk Geceleri
Tomris Uyar / Öyküleri
Vasıf Öngören / Asiye Nasıl Kurtulur?
Vedat Türkali / Fatmagül’ün Suçu Ne?
Vüs’at O. Bener / Buzul Çağının Virüsü
Yakup Kadri / Yaban
Yaşar Kemal / İnce Memed
Yusuf Atılgan / Anayurt Oteli
Zaven Biberyan / Meteliksiz Âşıklar



Saturday, June 15, 2019

Bir Ülkeye Güvenmek


"Aslında kimse anadilinden, kültüründen kopup gitmek istemez. Kalabilmek için dayanır, mücadele eder, bekler. Çünkü gitmek, birçok şeyi geride bırakmak anlamına da gelir. Yalnız dilini ve kültürünü değil, evini, arkadaşlarını, bağlarını, bağımsızlıklarını da.."

https://t24.com.tr/k24/yazi/heimat,2324?fbclid=IwAR35e3LsThsxTumL1Ih89lL9Km571Q-phQTPRtexTI-VQSCKMYurobPMXGo

Sunday, February 24, 2019

Balkan Savaşı

Yaşlı, hasta bir adam yola düşmüş gidiyordu. Derken dört genç adamın üstüne çullandı ve varını yoğunu aldı. Yaşlı adam üzgün üzgün yoluna devam etti. Ama az sonra bir köşe başında baktı ki haydutlardan üçü dördüncüye çullanmış, çalınan malları ondan almaya çalışıyor. Kavga sırasında, kendisinden çalınanların yere düştüğünü gören yaşlı adam onları sevinçle yerden aldı ve hemen oradan uzaklaştı. Fakat vardığı ilk kentte yakalandı ve yargıcın önüne çıkarıldı. O dört genç yine bir olmuş, gelmiş, kendisini suçluyorlardı. Yargıç ise şu kararı aldı: Yaşlı adam her şeyini gençlere vermek zorunda. “Çünkü” dedi bilge ve âdil yargıç, “verilmezse bu dördü ülkede karışıklık çıkarabilir.”
Bertolt Brecht
Türkçesi: H.T.

Kuyan-Bulak Halı Dokumacıları Lenin'i Onurlandırıyor

Sık sık ve cömertçe onurlandırılır Yoldaş Lenin. Büstleri vardır ve heykelleri. Kentlere ve çocuklara verilir onun ismi. Konuşmalar yapılır ...