Saturday, December 4, 2010

Güleryüzlü Kuramlar

Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, ya da sevenlerinin deyişiyle Gabo bir yazısında kötü edebiyat öğretmenlerinin, öğrencilerin kafalarını bulandırdıklarından şikayet eder ve “romancıların söylediklerinden daha çoğunu söylemek isteyebileceklerini hiç düşünmediğim için çok saf bir okuyucuyum galiba” der. Gabo, bir edebiyat dersinin iyi bir okuma kılavuzundan başka bir şey olmaması gerektiğini düşünmektedir.

Okumayı sevenler ise bazen daha fazlasını isteyip ‘derin anlam’ın peşine düşerler. Edebiyatın, bu derinlerde yatana ulaşmak için iyi bir yol olduğuna inanmak ne kadar da güzeldir. Farkında olunmasa bile bazen bunun için yaklaşılır kitaplara ve onların içinde kaybolmak istenir. Çünkü ancak kaybolunduğunda, varoluşun ve hayatın derin anlamı bulunabilecektir.

Ankara ve İstanbul’da dersler veren ve göstergebilimcileri derinden etkileyen Litvanyalı asıllı edebiyat kuramcısı Algirdas Julien Greimas, tüm edebiyat metinlerinde temel ve ortak bir anlam ekseni bulunduğunu öne sürmüş ve bunu tek tek metinlerde göstermeye çalışmıştır. Bu temel anlamsal boyutun kökleri, Greimas’a göre yaşamın kendisine dayanır. Yaşam, tüm edebiyat metinlerini çevreleyen, onlara anlamını, değerini veren genel bağlamdır ve bu anlamlar da karşıtlıklar üzerine kuruludur. Edebiyat, işte bu karşıtlıkları aşama aşama yumuşatarak kullanır ve bizim bunları anlayabilmemizi sağlar. Çünkü bizler bu karşıtlıklarla ancak böyle başa çıkabilir ve özgürleşebiliriz. Erkman, “aslında Ortaçağ ve sonrası da aynı şeyi yapıyordu” der. “Ama dizge anlayışı böyle gelişmemişti ve en derinde hep kutsal bir anlam aranıyordu.”

Fatma Erkman-Akerson’un Edebiyat ve Kuramlar isimli kitabının esas sorusu “Edebiyat üzerine çağlar boyunca neler düşünülmüş, edebiyattan neler beklenmiş?” Ancak daha başka birçok soruya da yanıtlar arayan ve bu yanıtlara giden yolları gösteren bir kitapla karşı karşıyayız. İlk soru ise, tahmin edilebileceği gibi “edebiyat nedir?”

Bu soruyla ve Gilgameş ile başlayan yolculuk, Mezopotamya’dan bugünün ‘postmodern sonrası’ dünyasına kadar, tarih boyunca edebiyata nasıl bakıldığına ışık tutuyor. Evet, gerçekten de ışık tutuyor; Gabo’nun dediği gibi, edebiyata yaklaşmak isteyenlere kılavuzluk ediyor.

“Kuram’ın ne olduğu” ise kitabın ikinci sorusu. Erkman, kuramın anlamı, edebiyatın nerede başladığı, sınırları, temel terimleri, edebiyatbilim ve filoloji, edebiyatın dil ile ilişkisi, edebiyatın evrenselliği gibi son derece önemli konular üzerinde zengin bir kültürel birikimle durarak, belki akıllarda uçuşan ama yere inmeyen düşünceleri saptıyor.

Edebiyata bakışa gelince ise ilk büyük durak mitoloji ve poetikalar. Yazar, kullandığı her terimi, okurun yabancılaşmasına engel olmak için basitçe açıklamayı da ihmal etmiyor. Sonrasında ise -malum: sanat uzun, hayat kısa- yolculuk hızlanıyor.

Eski Yunan ve elbette Aristoteles’ten Ortaçağ’a ve elbette Vico’ya; Rönesans’tan İslam dünyasına ve oradan Osmanlı’ya uzanılırken, bu süreçte disiplinlerarası yaklaşım hep gözetiliyor. Özellikle de resim sanatı bu yaklaşımda biraz daha öne çıkıyor. “18. Yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’da tiyatro, roman ve şiiri kapsayan bir üst terim yoktur. Edebiyata yönelik kullanımı, 18. Yüzyılın ikinci yarısında dergilerde edebiyat metinlerinin tanıtılmasıyla ilgili bölümlerde üst başlık olarak görülmesiyle başlar.” Edebiyat kuramlarıyla ilgili Türkçe kitaplarda eksik olan Doğulu anlayışlar ve Arap dünyasının bakışı, bu kitabın bütünlüğüne katkıda bulunuyor.

Aydınlanma ve romantik dönem üzerinden, Osmanlı’yı da hep hesaba katarak 19. yüzyıla ve elbette Tanzimat’a, bir başka deyişle Büyük Kırılma’ya geliniyor: “Bu olağanüstü kırılmayı gerçekleştirmek, gerçekleştirmeyi istemek cesaret gerektiren bir iş olmalı. Tanzimat yazarlarının, kalkıştıkları bu girişim sırasında birçok geceler uykuları kaçmıştı herhalde” diyor yazar. Demeye çalıştığım gibi, bir kuram kitabı, ama güleryüzlü bir kuram kitabı bu.

Kitabın neredeyse yarısı ise 20. yüzyıl ve sonrasına ayrılmış. Edebiyata bakıştaki temel dönüşüm ve değişimle birlikte, doğal olarak yazar-kuram ilişkisi de değişiyor. Bunun üzerinde hassasiyetle duran yazar, modern edebiyat eleştirisinin dört temel ekseni olan “toplum, yazar, metin ve okur odaklı” kuramsal yaklaşımları kendi tercihleriyle harmanlayarak berraklıkla açıklıyor, örnekliyor, bağlantılar kuruyor. Todorov’dan Lukacs’a, Campbell’dan Bakhtin’e uzanan bir yelpazeyi kat kat açıyor.

Son bölümde ise Erkman, bugünün dünyasında edebiyata nasıl bakıldığına da “değiniyor” ve postmodernizmden “dünya edebiyatı” kavramına uzanarak yine sorular soruyor. Edebiyatseverlerin kendi başlarına yanıtlayacakları sorular…

Marquez’e, yani Gabo’ya dönecek olursam: “Ortaokuldaki edebiyat öğretmenim karmaşık yorumlara kaçmadan, güzel kitapların arasından bize yol gösteren alçak gönüllü ve ölçülü bir adamdı. Bu yöntem, öğrencilerinin şiir mucizesine daha özgür ve kişisel bir biçimde katılmalarını sağlıyordu.”

Koskoca bir tarihi kuramlarıyla birlikte, iddialı olmadan ve can sıkmadan, ama çok kapsamlı bir biçimde 250 sayfaya sığdırabilmek kolay iş değil; ama hassas bir eğitimci yaklaşımıyla bunun üstesinden geliniyor. Fatma Erkman-Akerson’un Edebiyat ve Kuramlar’ı, tüm bu özellikleri ve özgün yapısıyla, Berna Moran’ın Edebiyat Kuramları ve Eleştiri’sinden yıllar sonra, önemli bir başvuru kitabı.

Fatma Erkman-Akerson / Edebiyat ve Kuramlar (İthaki Yayınları)

Tuesday, June 22, 2010

Üç Günde Heavy Metal Tarihi

2005 tarihli Metal: A Headbanger’s Journey/ Bir Metalcinin Yolculuğu isimli belgeselde Scot McFadyen ve Jessica Wise ile beraber yapımcılığı, senaristliği ve yönetmenliği üstlenen Kanadalı antropolog Sam Dunn, popüler müziğin doğuşundan beri kesintisiz devam eden türlerden olan heavy metal’in “neden olumsuz anlamda kategorize edildiğine, ağır eleştirilere maruz kaldığına, gözardı edildiğine, hatta lanetlendiğine ve tabii neden bu kadar çok sevildiğine” cevap arıyordu.

Heavy metal, gerçekten de dünyanın en sevilen müzik türlerinden ve Türkiye’de de yıllardır çok büyük ve tutkulu bir dinleyici kitlesine sahip. Bundan 25 yıl önce Metallica’nın Ride the Lightning albümünü kasede çektirirken, bu grubu İstanbul’da bir gün seyredebileceğim hiç aklıma gelmemişti. Bundan eminim. 25 yıl sonra Metallica dördüncü kez, Slayer ve Megadeth ikinci kez, Anthrax, Accept, Rammstein ise (tabii eğer yanılmıyorsam) ilk kez Türkiye’ye geliyor. Üstelik bu grupların ilk dördü aynı gece, aynı sahneyi paylaşacaklar. “For the first time in history: The big four/ Tarihte ilk kez: Dört büyükler” demiş organizatörler. Iron Maiden gelebilseydi, The Big Five denecekti. Ya Judas Priest de gelseydi. Ya da Ozzy’li bir Black Sabbath mümkün olsaydı... Metal dünyasından kaç büyük var acaba? Bu her metalciye göre değişir elbette. Ama bu gelenler, kesinlikle büyük isimler.


Metallica, yıllardır sevenleri tatmin edebilecek bir albüm yapmıyor. Her defasında, özellikle de son albüm Death Magnetic ile “bu kez olacak” diye çıktılar ama yine olmadı. İlk (bence üç ama çoğunluk için) beş albümün güzelliği, büyüsü bir daha yaşanamadı. Öte yandan, grup bu albümlerle o kadar derin bir iz bıraktı ki, aynı Çin Seddi gibi, aydan bile görülebiliyor. İşte bu nedenle, Metallica eski ve her zaman sevilen parçalarından da bolca çalacak ve sevenlerini albümleriyle olmasa da konserleriyle tatmin etmeyi sürdürecek. Creeping Death’i beklemeyen var mı?


Slayer’ın metal dünyasında bıraktığı izler de derin. Araya-Hanneman-King-Lombardo dörtlüsünün bozulduğu dönemlerde Slayer vasatın altında albümler yaptı, ancak Lombardo’nun dönüşüyle büyüyü tazelediler ve neredeyse eskisi kadar güçlü bir biçimde yollarına devam ediyorlar. Son albümleri World Painted Blood beğenildi ve Slayer, bir anlamda bu albümün turnesinde İstanbul’da sahne alacak. Görünen o ki Metallica kadar uzun çalmayacaklar ama olsun, sorun değil. 1986 tarihli, 30 dakikadan kısa süren Reign in Blood albümüyle bütün zamanların en iyileri arasına girebilen onlardı nasılsa.


Yetmezmiş gibi

Megadeth mi Metallica’dan çıktı, Metallica mı Megadeth’den? Herkesin cevabı kendinde saklı ama Megadeth müziğiyle, Dave Mustaine gibi karizmatik bir figürün öncülüğünde kendini 80’lerin ortasında dünyaya kabul ettirmişti bile. Gerçi Megadeth de, Metallica gibi (bence) uzun süredir iyi albümler yapamıyor ama repertuarları onları ömür boyu dinletebilir sevenlerine. Megadeth’in Slayer’dan daha kısa çalacağını belirtelim. “Peace Sells But Who Is Buying/Barış Satılık Ama Alan Kim” demişlerdi bir zamanlar. Hâlâ değişen bir şey yok, ne yazık ki.


Anthrax, ancak benim gibi eski kuşak metalcilerin heyecanla andıkları bir topluluk olabilir. Bilmiyorum, bundan emin değilim ama Anthrax’i seyredebilecek olmanın önemli ve heyecan verici olduğunu söyleyebilirim. Tabii ki 1987 tarihli Among the Living albümünün turnesinde grubu görmek çok güzel olurdu ama bunun üzerinden 23 yıl geçmiş bile. Ayrıca, Dört Büyükler’in en politik grubunun Anthrax olduğunun da altını çizmek gerekiyor.


Son değişiklikler sonrası bir başka eski dost, Accept de eklendi Sonisphere’in listesine. İlginç oldu. “Old school” metalcileri, Accept ve özellikle 80 ortalarındaki albümlerden çalınacak parçalar delirtebilir. Örneğin Fast as a Shark ya da Balls to the Wall. Accept’ten sonra ise ikinci gün Manowar sahne alacak.


Rammstein, benden daha yeni bir kuşağın grubu. Alman olmalarından dolayı daha farklı bir duyguya sahipler. Daha sadeler, ama bir yandan da kafaları karıştırmayı ve gösterişi seviyorlar. Ama zaten heavy metal’den istenen biraz da bu değil mi? Ben Du riechst so gut’u beklerken Rammstein, festivalin ilk günü İstanbul’u sallayacak, belki de yakıp yıkacak. Önlem alınmalı.


İlk günün programında Alice In Chains var: Üzücü bir öykü. Yine de, Layne Staley’siz bile onları görmek güzel olacak. Üstelik yeni albümlerinin turnesindeler ve solistlerinin sesi Staley’ye çok benziyor.Ve Pentagram, bir tarih. Bu topraklardan bir metalci için, Pentagram’ı en az bir defa sahnede izlemiş olmak şart. Ve diğerleri: Stone Sour, Volbeat, Hayko Cepkin, Foma, Gren, Murder King, Blacktooth, Ete Kurttekin.


Fazla söze gerek yok aslında. Sam Dunn heavy metal belgeselini şöyle bitiriyor: “Metal gözümüzü yumduğumuz şeylere el atıyor, reddettiklerimizi baş tacı ediyor, en çok korktuğumuz şeylere balıklama dalıyor. Bu yüzden de metal her zaman dışlananların kültürü olacak.”

Tuesday, June 15, 2010

Bob Dylan İstanbul'da

May 31st, 2010, Monday; İstanbul, Turkey, Cemil Topuzlu Open Air Theater:

1. Rainy Day Women #12 & 35 (Bob on keyboard then guitar)
2. Lay, Lady, Lay (Bob center stage on harp)
3. I'll Be Your Baby Tonight (Bob on guitar)
4. Stuck Inside Of Mobile With The Memphis Blues Again(Bob on keyboard and harp)
5. Just Like A Woman (Bob center stage on harp)
6. Honest With Me (Bob on keyboard)
7. A Hard Rain's A-Gonna Fall (Bob on keyboard)
8. Cold Irons Bound (Bob center stage on harp)
9. Most Likely You Go Your Way (And I'll Go Mine)(Bob center stage on harp)
10. Spirit On The Water (Bob on keyboard and harp)
11. Highway 61 Revisited (Bob on keyboard and harp)
12. Masters Of War (Bob on keyboard)
13. Thunder On The Mountain (Bob on keyboard)
14. Ballad Of A Thin Man (Bob center stage on harp)(encore)
15. Like A Rolling Stone (Bob on keyboard)
16. All Along The Watchtower (Bob on keyboard)

Band Members:
Bob Dylan - guitar, keyboard, harp
Tony Garnier - bass
George Recile - drums
Stu Kimball - rhythm guitar
Charlie Sexton - lead guitar
Donnie Herron - electric mandolin, pedal steel, lap steel

Kuyan-Bulak Halı Dokumacıları Lenin'i Onurlandırıyor

Sık sık ve cömertçe onurlandırılır Yoldaş Lenin. Büstleri vardır ve heykelleri. Kentlere ve çocuklara verilir onun ismi. Konuşmalar yapılır ...