Wednesday, October 24, 2007

Olduğun Gibi Derin


“Dünyanın en hüzün verici sesi” bir kez daha duyuluyor. “Eğer hâlâ oradaysan, beni duyabiliyorsan, hazır durumda ol / Daha olacağı var, aramaya başlama, hazır durumda ol” diyerek, son derece hüzünlü bir vokal melodisiyle duyuruyor kendini o ses. O ses, Robert Wyatt’ın sesi. Yine, iyi bir albümün birikebilmesi için gereken süreyi geride bıraktıktan sonra; olayları, durgunlukları, duyguları ve bu duyguların tortularını biriktirdikten sonra Wyatt’ın sesi duyuluyor yine. Bu sesin bu kez nasıl çıkacağını merak ve aynı zamanda tahmin de edenler, bekledikleri tonda duyabiliyorlar o sesi yine.
İngiltere’nin güneyindeki Canterbury bölgesi müzik tarihi adına en verimli topraklardan sayılıyor. Özellikle ‘progressive’ denilen türde Wilde Flowers, Caravan ya da Kevin Ayers gibi birçok müzisyen ya da topluluk her nedense bu bölgeden dünyaya açılmış, açılıyor. Bir zamanlar Robert Wyatt’ın davulcusu olduğu ve ismini William Burroughs’un aynı adlı romanından alan Soft Machine de Canterbury’de kurulmuş yıllar önce. 1970’te “The End of an Ear” isimli deneysel bir solo plak yapan, The Matching Mole grubuyla yoluna devam eden, 1973’te halen karısı, yol arkadaşı, şair ve ressam olan Alfreda ‘Alfie’ Benge ile evlenen Wyatt, bilindiği gibi aynı yıl bir partide dördüncü kattan düşüyor ve ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkûm oluyor.
Birbirinden güzel solo plaklarla müzik yapmayı sürdüren bilge müzisyen Robert Wyatt, son albümü “Cuckooland”in ardından beş yıl süren bir sessizlikten sonra yeni albümü “Comicopera” ile sesini duyuruyor. Bir önceki albüm iki bölüme ayrılmıştı. Albümün tam ortasında, durmak, soluklanmak, eğer gerekseydi plağın öbür yüzünü çevirmeye yetecek kadar bir boşluk vardı. Sonrasında öbür yüzün şarkıları başlıyordu. Bu yeni albüm ise üç bölüme ayrılmış. Üç perdeye... Birinci perdeye ‘Lost in Noise’, ikinciye ‘The Here and The Now’, üçüncü ve son perdeye ise ‘Away with The Fairies’ ismi verilmiş. Uzaktan bakılınca karanlık ve hüzünlü bir ilk perdeden, sonrasında dağılan bulutlardan ve daha huzurlu bir ikinci perdeden, sonda ise gökyüzünün gerçek rengini bilmek ama görememekten bahsedilebilir. Derinde -çok da derinde değil- Wyatt’ın her zaman temiz tuttuğu politik zemin var. Onun müziği, bir kez daha, insanı içine çekebilecek güce fazlasıyla sahip.
Gerçekçi olmak yanında ümidi de taşımalıdır ama gerçekçi olan için kötümser olmamak zordur. Robert Wyatt da böyle bir pencereden bakıyor dünyaya. Yeni albümün müzikal yapısı Wyatt’ın kendine has çizgisinde. Açılışta bir Anja Garbarek bestesi var: ‘Stay Tuned’. Melodik ve hüzünlü aşk parçalarının ardından ikinci perde daha aydınlık. Yapı bakımından üç perdelik bir opera olarak görünmesine rağmen, bir grup olarak stüdyoda birlikte kaydedilen albümün havası bir öncekine nazaran daha sıcak. Grup derken, müzisyenin albümlerinde ona hep eşlik eden eski arkadaşları Brian Eno, Paul Weller ve Phil Manzanera gibi dev isimlerden söz ediyoruz. Anlatıcısının zaman zaman değiştiği öyküde, ikinci perdenin sonunda bombalama eylemi gerçekleşiyor ve burada, albümdeki son İngilizce cümle kuruluyor: “Sonsuz nefretini kalbime ektin.” Robert Wyatt, “Bunun sebebi lanet olası savaş,” diyor. “Son perdede yüzümü dünyaya dönüyor ve bir anlam arıyorum. Devrim mi, din mi, artık her ne ise...” Eski Yunan’da komedi ve trajedi birbirine zıt kavramlar olsa da bunun sebebi, trajedinin tanrılar ve kader, komedinin ise insanoğlunun zayıf yanları hakkında olması yüzündendi. Robert Wyatt yeni albümünde bunun altını çiziyor. Bu protesto sonucunda üçüncü perde İtalyanca ve İspanyolca söyleniyor.
Bu son perdede İspanyol Lorca’nın şiiri, İtalyan rock grubu CCCP ve kapanışta da Kübalı müzisyen Carlos Puebla’nın ünlü ‘Hasta Siempre’sinin bir yorumu var. Evet; Arjantin doğumlu efsane devrimci Ernesto ‘Che’ Guevara için yazılmış olan o muhteşem şarkı... Bilmiyorum kaç kişi farkında ama “Comicopera” albümünün İngiltere’deki çıkış tarihi 9 Ekim. Bu tarih, Che’nin 40. ölüm yıldönümüyle aynı. Bir zamanlar ülkesindeki muhafazakâr hükümetin karmasarlığıyla yedi yıl boyunca sessiz kalıp ancak 1997’de “Shleep”i çıkaran bilge müzisyen, bu kez Che’nin 40. yılı anısına konuşuyor sanki.
Robert Wyatt’ın müziği ancak onun içinden kopup gelirse bizlere ulaşabiliyor. Yani, önce onun buna ihtiyaç duyması gerekiyor; sonrasında biz onun sesini ve müziğini duyabiliyoruz ancak. Psychedelia’yı sıcak insan dokunuşuyla, cazı politikayla, doğu ezgilerini acıyla, derin hüznü ince mizah duygusu ve ümitle, hümanizmi öfkeyle bir araya getirebilen usta müzisyen Wyatt, dünyanın sanatla atan kalbinin görünmez damarlarından birisi. Onun pencereleri dünyanın bütün toplumlarına açılıyor. Etnik kökeni ne olursa olsun, dünyadaki her birey, kendi acısını dile getirebilmek adına onun müziğini seçebilir, ona işaret edebilir.

Tuesday, October 9, 2007

Fotoğraftaki Masal


Hollandalı ressam ve baskı ustası Rembrandt van Rijn’ın geçen yıl 400. doğum yılı kutlandı. Etkinliklerden ve sergilerden Türkiye de payını aldı ve dünya gözüyle Rembrandt’ın bazı eserlerini görebilme fırsatına sahip olduk. Ressamın en tanınan tablolarından olmasa da, 1632 tarihli “Profesör Tulp’un Anatomi Dersi”, bundan tam 40 yıl önce çekilmiş olan bir fotoğrafla yan yana geldiğinde ilginç bir benzerlik oluşturarak insanı şaşırtabiliyor.
Yazar ve sanat eleştirmeni John Berger, 40 yıl önce vurularak öldürülen devrimci Ernesto ‘Che’ Guevara’nın ölümünün ardından yazdığı yazıda, Rembrandt’ın söz konusu resmi ve Che’nin Vallegrande köyündeki ölümünün ardından ‘sergilenirken’ çekilmiş olan fotoğrafı arasındaki ilginç benzerliğe dikkat çekerken, bir yandan da aslında bunun şaşılacak bir şey olmadığının altını çiziyor. Çünkü her ikisi de bir ölüyü temsil ediyor ve nesnel olarak inceleme yapılırken çekilmiş ya da resmedilmiş. Berger, önemli olanın, fotoğrafın temsil ettiğinden çok, dünyanın durumuna katlanamayarak kendi yolunu çizen Che Guevara’nın tasarlanarak seçilmiş ölümü olduğunu söylüyor. “Tasarlanan ölümü, ona, dünyayı değiştirmenin zorunluluğunu gösterdi. Tasarlanan ölümünün verdiği hak sayesinde, bir insan için zorunlu onurla yaşamayı başarabildi,” diyor İngiliz yazar. “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, eğer savaş sloganlarımızı başka bir kulak duyacak, silâhlarımızı kullanmak için bir başka el uzanacaksa ve başkaları, makineli tüfeğin kesik güçlü ezgisiyle, yeni savaş ve zafer sloganlarıyla ağıtlar yakmaya hazırsa, hoş geldi,” diyen de Guevara değil miydi zaten? O ne yaptığının fazlasıyla farkında olan bir insandı.
9 Ekim 1967 tarihinde devrimci lider Ernesto Che Guevara, CIA ajanı Felix Rodriguez’in sağladığı istihbaratı kullanan Bolivya ordusu tarafından ormanlık bölgede yakalanıp, çatışmada öldüğü sanılsın diye defalarca bacaklarından vurularak öldürüldü. Sonrasında yapılanlar da bir giz değil artık. Guevara’nın 5 Mart 1960’ta Alberto (Diaz Gutierrez) Korda tarafından çekilen fotoğrafı, 47 yıldır dünyanın en tanınmış fotoğrafları arasında yer alıyor. 200’den fazla objenin üstünde bu fotoğrafın baskısına rastlanabiliyor: Tişört, çanta, rozet, sigara kutusu, şapka, pul, poster, şarap şişesi, matruşka bebekler, aklıma ilk gelenler. Korda, 136 Kübalının öldürüldüğü bir saldırının ardından düzenlenen ve Che’nin de katıldığı cenaze töreninde çekmiş bu ünlü fotoğrafını. Che’nin yüzündeki “öfkeli ve üzüntülü” ifadeden çok etkilendiğini söylüyor. Esas çerçevede bir adamla palmiye yapraklarının arasında duran ‘Commandante,’ daha sonra fotoğrafçı Korda tarafından izole edilmiş ve bu ‘ikonik’ imge doğmuş.
John Berger gibi fotoğraf sanatıyla ilgilenmiş, bu konuda (da) derinleşerek düşünce üretmiş yazarlardan biri olan Susan Sontag, ölümünden sonra “Che’nin ilham verici güzel bir masala dönüşmesine izin vermememiz gerektiğini” söylemişti. “Onun eşsizliğini vurgulamak, onu çağdaş dünyanın tartışmalı bir siması olarak görmek çok daha iyidir.” Ancak, zaman içinde Sontag’ın söyledikleri gerçekleşemedi ve Che bir tür masala dönüştü. Yine de, onun hakkında bilinen doğruların pek azı bile bugün birçok genç insan için esin kaynağı olmaya ve devrimci olarak bilinçlenmeye yol açabiliyor.
Cesareti ve idealistliğiyle Che, yoz devrimci geleneğin tam karşısında duruyordu. Daha doğrusu durmuyor, sürekli hareket ediyordu. Çünkü biliyor ve söylüyordu: “Her devrimcinin görevi devrim yapmaktır.”
Ona ithafen yazılan sayısız şiirden birinde, İngiliz Christopher Logue şöyle diyordu: “Aralık. Geç kalmış kuşlar kanat çırpıyorlar. / Bir otomobilin karla kaplı ön camına şunları yazıyorum: / CHE YAŞIYOR!”

*Bu yazı 7 Ekim 2007 tarihli Radikal 2'de yayımlanmıştır.


Tuesday, September 11, 2007

San Francisco’ya Yolunuz Düşerse...

“Eğer San Francisco’ya gidiyorsan / Saçlarına çiçekler takılı olsun mutlaka / Eğer San Francisco’ya gidiyorsan / Çok hoş insanlarla tanışacaksındır orada” diyordu Scott McKenzie, ‘San Francisco’ şarkısında. Bu şarkı 1967 yılında bestelenmiş ve Flower Power hareketinin, yani çiçek çocukların, hippilerin marşına dönüşmüştü. Bütün bir ülkenin genç kuşağı hareket halindeydi ve kendini yepyeni bir şekilde ifade etmenin heyecanını yaşıyordu. Bu, şair ve ressam Lawrence Ferlinghetti’nin San Francisco Rönesansı’nı başlatmasından 14 yıl sonraydı. Rönesans devam ediyordu.
San Francisco ve New York A.B.D.’nin Batı ve Doğu kıyısında iki büyük şehir. Bu iki şehir aynı zamanda Amerikan altkültürünün doğumuna sebep olan ve bu kültürü kucağında sallayarak büyüten, besleyen merkezler. Kıtanın her iki yanında, iki büyük deniz feneri...
Lawrence Ferlinghetti’nin bir yayınevine dönüştürdüğü City Lights Bookstore (http://citylights.com/) 2003 yılında 50. yaşını kutladı. Şair 1953’te bir Cumartesi sabahı San Francisco Columbus Avenue’da yürürken 261 numaradaki kitapçıyla (Peter D. Martin) konuşmuş, onunla ortak olmuş ve orasını altkültürün buluşma noktasına, bir tür alternatif kültür merkezine dönüştürme kararı almıştı. İki yıl sonra yayınevi kurularak ilk kitaplar basıldı. Beat şiirinin piri Allen Ginsberg’in (bugün bir kült kitaba dönüşmüş olan) Howl & Other Poems’i (Uluma) de bu kitaplar arasındaydı. Kitap ‘aykırı’ bulundu ve yayımcısı Ferlinghetti ceza aldı. Bu andan itibaren ise herkes Uluma’dan, San Francisco Rönesansı’ndan ve Beat edebiyatından bahsetmeye başladı. Yayınevinde şiir okuma seansları düzenleniyor ve altkültürün önemli şair ve yazarları (genellikle Beat Kuşağı’nın edebi figürleri) burada kendi yazdıkları metinleri okuyor, deneyselliğe her zaman açık duruluyordu. San Francisco’ya akın başlamıştı. Barış şarkıları ve protestolar; sanat, edebiyat ve uyuşturucu alanında her çeşit deneyler... Bir kuşak, kendini ifade etmenin farklı bir yolunu çiziyordu. Buna ihtiyaç vardı çünkü.
Ferlinghetti’nin City Lights Kitabevi’ni kurduğu yaz, kıtanın doğu yakasında, yani New York’ta da aynı damardan bir canlanma baş gösteriyordu. Ressam Willem de Kooning, Jackson Pollock ve Mark Rothko şehrin East Village denen bölgesine çekildiler. Burası daha sonra Greenwich Village olarak nam salacak ve orada Theolonius Monk, Charles Mingus ve Sonny Rollins gibi isimler avangart caz müziğini yaratacaklardı. Folk-rock ozanı Bob Dylan gibi isimler için de Greenwich Village çok önemli olacaktı.
Kıtanın her iki yanındaki bu merkezlerin hem şehir hem de sosyal olarak ilginç, hatta benzersiz topografilere sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. A.B.D. toprakları çok geniş olsa da bu merkezlerde altkültürlerin doğum yerleri son derece dar. Savaş sonrasında endüstrinin şehirlerde bıraktığı boşluklarda, daracık sokak ve evlerde, izbe barlarda doğuyor bu altkültürler. Öte yandan, bu iki şehirde, diğerlerinin tersine, farklı sınıflardan insanlar iç içe yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu yakınlık da, ilhamını azınlıklardan alan altkültürler için hayati önem taşıyordu elbette. Bunu Harlem’deki müziğin avangart caz üzerindeki etkisinde, ya da komşu Çin mahallesinin, maddeci ve yoz Amerikan yaşantısına karşı hayatlarında ruhsal bir anlam arayışı içinde olan ‘beatnik’lerin Doğu felsefesini seçmelerinde görebilmek mümkün. Yakın olan, insanı etkiler.
San Francisco ve New York arasında altkültürler bağlamındaki fark, San Francisco’da fikirlerin doğuşuna tanık olunurken, New York’ta bunların eyleme dönüştürülmesiydi. Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gregory Corso, William Burroughs gibi beatniklerin batıda oluşturdukları edebi altkültür, yıllar sonra doğuda punk müziğin müsebbiblerinden olacaktı. ‘Aşk Yazı’ için hippilerin San Francisco’nun Golden Gate parkında toplanmaları, bir yıl sonra New York’da radikal bir politik tavra dönüşecekti. Batıda siberpunk’ların denemeleri ise sonraları bize A.B.D.’nin doğusundan ‘.com’lar olarak geri gelecekti. İklimlerin ne kadar belirleyici olduğunu özellikle son yıllarda bir kez daha anlıyoruz. San Francisco, bitmeyen baharı, doğası, sahilleri, mimarisiyle hayatı gevşek bir tempoyla sürdürebilmeye izin verirken, New York ise zaman-mekân darlığı ve inişli-çıkışlı havasıyla insanları hıza ve tempolu bir hayata zorluyor.

Bohem Bir Şair, Bohem Bir Ressam
İtalyan göçmeni bir babayla Portekiz asıllı bir annenin oğlu olan Lawrence Ferlinghetti’nin bu dünyada 90 yılını doldurmasına az kaldı. 1919 doğumlu şair tüm Beat Kuşağı içinde akademik hayatı en uzun ve istikrarlıolanı. Columbia Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan (1947) şair, Paris Sorbonne’da doktorasını tamamlamış (1950). Çevirilerinin yanı sıra roman, oyun, sanat eleştirileri ve denemeleri de bulunuyor ve üretmeye devam ediyor. Dokuz dile çevrilen A Coney Island of the Mind, bugün hâlâ A.B.D.’nin en popüler şiir kitabı ve 1 milyondan fazla satmış durumda. Şairin aldığı ödüllerin sayısı da hayli kabarık.
Lawrence Ferlinghetti’nin şiiri, somut ve soyut dünyaya ve onun hallerine her zaman eleştirel gözle bakmayı seçmiş bir şiir. Ama onun için toplumcu bir şair yakıştırmasını yapmak yanlış olur. Onun şiiri, çağdaş dünyanın akla gelebilecek her türden sorununa ayrım yapmadan parmak basan; dini, devleti, savaşı ve sanatı eleştirirken sesi coşkuyla çıkan ve bozulmuş dengelerin yeniden kurulması için sözünü sakınmayan bir şiir: “Bu dünya güzel bir yer / doğmak için / birtakım insanların durmadan ölmelerine / ya da zaman zaman / yalnızca aç kalmalarına / aldırmıyorsanız eğer / ne de olsa bu da o kadar kötü bir şey değil / aç kalan siz olmadıkça.” (s.18)
O, şiirin ve şairin çağdaş dünyadaki yerini de sorgulamış, çoğu insan önemsemese de bunun önemli bir yer olduğunun bilinciyle hep bu yeri savunmaya çalışmıştır. Ona göre şair “durmadan saçmalığı göze alan üstün bir gerçekçidir.” İşi zordur; dengede durmayı becermekle kalmayıp ilerlemek zorundadır da. “Ayrıca / varoluşun boşluğunda / kollarını açmış uçan cambaz kızın / ölümsüz biçimini / yakalayabilecek ya da yakalayamayacak / küçük bir şarlocuktur da.” (s.29) Şiir ‘yakalanamayabilir.’ Ama bunu deneyebilecek olan da yine sadece kendisidir. City Lights Kitabevi, ismini Şarlo’nun muhteşem filmi Şehir Işıkları’ndan almıştır.
Ferlinghetti’nin dizeleri coğrafyaları aşan, tarih içinde gidip gelen, eylemleriyle geçmişten bugüne, bugünden yine geçmişe uzanan ve kültürleri harmanlayan bir şiiri inşa eder. Okur bazen şaşkınlığa uğrayabilir ama bu şaşkınlığın etkisi hiçbir zaman olumsuz olmaz. Dev dalgalar Batı’dan Doğu’ya Amerika’yı sular altında bırakırken, birden yine çöle dönüşür her şey. Ya da Meksika’da şiir okurken, şair nefis bir aşk şiirini yaratır bir yandan.
Onun şiirlerinde resim sanatına farklı bir gözle tanık oluruz. Birçok ressam (ve tabii şair ve yazar) şiirlerde boy gösterir ve yeniden yorumlanırlar. Chagall, Matisse, Magritte, Goya, Klimt sadece bu seçkide ismi geçenler...
Öte yandan şair, yazdıklarını isimlendirme konusunda da çok usta. Konusunda bir başka usta olan Cevat Çapan’ın çevirdiği kitabın ismi: These Are My Rivers (Bunlar Benim Nehirlerim). Ayrıca Back Roads to Far Places (Uzak Yerlere Arka Yollar), Landscapes of Living & Dying (Yaşamak ve Ölmek Manzaraları), nefis kitap isimleri. Şiir isimleri de hep güzeller: ‘Come Lie with Me and Be My Love’ (Gel Benimle Uzan ve Aşkım Ol), ‘Sometime during Eternity’ (Bazen Sonsuzluk Sürüp Giderken), ‘Big Fat Hairy Vision of Evil’ (Kötünün Büyük Şişman Kıllı Görüntüsü)...
“Bir yerde gerçekleri özgürce söyleyenler yalnızca şairlerdir” diyen büyük şair Lawrence Ferlinghetti, Beat Kuşağı’nın ilk şairlerinden biri değil de, edebiyat dünyasının son bohemlerinden biri olduğunu söylüyor. Bu bohem ressam ve şairin gözünde “gökyüzü bulutlu bile olsa açık seçik” hâlâ.

*Bu yazı, kitap-lık dergisinin Eylül 2007 sayısında yayımlanmıştır.

Tuesday, August 7, 2007

New York (da) Bir Kadındır


Leonard Cohen’in ‘Suzanne’i çok güzel bir şarkıdır. Şarkı sözündeki Suzanne’in yaptığı gibi sizi “nehir kıyısındaki eve” götürebilecek güzelliktedir. Ve yine şarkı sözündeki gibi, -maalesef Suzanne ile olmasa da- bu şarkı ile “geçirmek isteyebilirsiniz geceyi.” Şarkının ve sözlerinin esin kaynağı kimdi ve ismi gerçekten Suzanne miydi bunu Cohen bilir ama yıllar sonra bir başka Suzanne ile karşı karşıya geldi bu ozan. Buluştular, görüştüler; oturup sohbet ettiler ve beraber şarkı da söylediler.
Benim Suzanne Vega ile tanışıklığım, dinleyicilik tarihimin tuhaf bir gidişata sahip olması nedeniyle, Cohen’in Suzanne’i ile tanışmamdan daha eski. TRT 3’ün gündemi yakalamaya çalıştığı dönemlerde, 1986’da Vega’nın ikinci albümü “Solitude Standing” çıktığında dinleyebilmiştim kendisini. Üstelik, şimdi ismini hatırlayamadığım programda 1985 tarihli ilk albümden de şarkılar çalınmıştı. Kasede çekilen program, uzun süre dönmüştü teybimde. Sonradan çok meşhur olan ‘Luka’, ‘Tom’s Diner’, ‘Solitude Standing’ şarkıları bu kasette vardı, ve tabii ‘Small Blue Thing’ de...
Bir süre daha takip ettim Suzanne Vega’nın durgun ozanlığını. Sonradan dinlemeye başladığım müziklerin arasında ise onunki giderek arka planda kaldı, sonra da bütünüyle unutuldu. Yıllar sonra, albüm yapmaya devam ettiğini bildiğim ama onu dinlemediğim bir dönemde, Leonard Cohen ile sohbetini okudum Roll dergisinde. Birkaç yıl daha geçti ve şimdi, her nedense onun sesini tekrar dinlemek istedim. “Beauty and Crime”albümü yeni çıkmıştı. Albümü edindim ve Suzanne Vega’nın müzikal coğrafyasında yine zaman geçirmeye başladım.

New York: Güzelliğin ve Suçun Merkezi

Öncelikle, yıllardan sonra Vega’nın sesini duymak ve kafamda kalan imgenin değişmemiş olduğunu görmek güzel. Üstelik, altı yıldır çok meşgul olsa da yeni bir albüm yapmamış olduğunu öğrenmek de ilginç. Ama bu sırada çeşitli konserlere çıkmış, bir televizyon dizisi sunmuş, tekrar evlenmiş, plak şirketini değiştirmiş ve hakkında bir belgesel hazırlanmış. Az şey değil. Tüm bu süreçte yazdığı şarkılar da yeni albümü “Beauty & Crime”da bir araya getirilmiş.
Kısaca folk-pop diye tanımlanan müziğinde Vega’nın şiir tadındaki şarkı sözleri önem taşıyor. Elbette Cohen ve onun yanı sıra Lou Reed ve Bob Dylan’dan etkiler taşıdığını söylemek yanlış olmaz; üstelik bu çok da normal. Çok iyi bir okur olan Vega’nın sevdiği yazarlar arasında Bronte Kardeşler, Emily Dickinson, Steinbeck ve Joyce yer alıyor. Hemcinsi çağdaş ozanlardan ise Liz Phair, Fiona Apple ve PJ Harvey’e bayılıyor.
Suzanne Vega’nın son albümü “Songs in Red and Gray,” 11 Eylül felaketinden iki hafta sonra yayınlanmıştı. Yeni albümü ise, kendi evi olarak gördüğü New York şehrini merkezine alıyor.
Hareketli başlıyor “Beauty & Crime”. Nefis arka vokalleriyle ‘Zephyr & I’ın nostaljik bir havası var: “Çocuklar gitmiş ama ruhları kalmış burada / Grafitiler silinmiş ama duvarlar yerinde / Çiçekler yok oluyor ama dünya var olmak zorunda..” Hasta olduğu için 11 Eylül’de İkiz Kuleler’deki işine gitmeyen, ama olaydan sekiz ay sonra ölen ağabeyinin yaşadığı ‘Ludlow Street,’ albümün en melankolik parçasının ismi. Vega’nın hüzünlü nakaratlarının ardındaki yaylılar çok kırılgan. Hemen ardından -ki biz de İstanbul’un öyle olduğunu düşünürüz- New York’un, albüme adını veren ‘güzelliği’ hakkında konuşuyor müzisyen: “New York bir kadındır ve seni ağlatır / Sen onun için sadece herhangi bir erkeksin.” Şarkıdaki akordeonlar ve yaylılar biraz Nick Drake’in şarkılarını çağrıştırıyor. ‘Pornographer’s Dream’de Vega’nın çok sevdiği Brezilya müziğinin etkilerini duyabilmek mümkün. Şarkının aydınlık yüzü bu. Karanlık tarafta ise yaylılar yine hüzünlü tellerden çalıyor. ‘Frank & Ava’, akılda kalıcı nakaratıyla bir ilişkiyi anlatıyor. Albümdeki iki şarkıda, “Aşk, önemli olan tek şeydir” (‘Ludlow Street’) ve “Âşık olmak yeterli olmayabilir” (‘Frank & Ava’) şeklinde iki nakarat var. ‘Edith Wharton’s Figurines’ sanki Vega’nın eski dönemlerinden kalan akustik bir pırlanta. Ağır ve melankolik başlasa da, aniden dönüşen ‘Bound’, kanımca albümün en akılda kalıcı şarkısı. En zayıf halka ise ‘Unbound.’ Buna ancak Angel’s Doorway’i de ekleyebilirim, o kadar. ‘As You Are Now’ ise Vega’nın kızı hakkında: “Gözyaşlarının hepsini toplayacağım / Yıllar boyunca o tuzlu mendilleri / Ve hepsini güneşe yayıp kurutacağım / Ağladığın her seferin o elmaslarını..”
“Beauty & Crime”, şaşaayı sevmeyen mütevazı bir ozanın ruh dolu, sıcak ve iyi bir geri dönüş albümü. Tabii her zaman olduğu gibi Suzanne Vega şarkılarında detaylara büyük önem vermiş ve oralarda gizli çok şey olduğu belli. Bu detayların peşinde daha büyük güzelliklere ulaşılabileceği ise âşikâr.
Hem müzikal, hem de ticari başarısıyla 80’lerde birçok kadın ozanın yolunu genişleten Suzanne Vega, geri dönüş albümüyle bu isimlerin çoğundan çok daha ilerde olduğunu bir kez daha gösteriyor. Leonard Cohen ile başladığım yazıyı, yine onun söyledikleriyle bitireyim: “Hiçbir zaman bayağılığa teslim olmuyorsun, muhabbet tellallığı yapmıyorsun. Bence senin şarkılarının en önemli yanı, kolaylıkla haysiyetli olmayan bir itiraf haline gelebilecek konulardan söz etmene rağmen haysiyetlerini kaybetmemeleri. Haysiyet kaybının yanından bile geçmemeleri.”

Friday, June 15, 2007

Balkanlara Genç Bir Selam


“Gulag”, kısaca, “Sovyet tutuklu kampları sistemi” olarak tanımlanabilir. 20. yüzyılın insan eliyle yaratılan çok sayıda cehenneminden olan biri bu kamp sisteminde, bilindiği gibi, 1930-1953 yılları arasında 12 milyon insan ölmeye bırakılmıştı. Bu, asla kapanmayacak bir yaraydı; ama Stalin’in sonrasında Kruşçev -sanki mümkünmüş gibi- bu yaranın kabuk bağlaması için çalışmış ve kimine göre de bir ölçüde bunu başarmıştı. Yazımızın konusu Zack Condon (ya da müzikal projesinin ismiyle Beirut)’un müziği -eğer bu kampların bir orkestrası olsaydı- adeta onlar tarafından icra edilmiş gibi.
Evet, Beirut’un ilk albümünün ismi “Gulag Orkestar”. Daha henüz 21 yaşında bir Amerikalı olan Zack Condon, ‘Postcards from Italy’ isimli şarkısını ağabeyine dinletince, görünüşte olumsuz bir tepki almış: “Dul kadınlar gibisin,” demiş ağabeyi. Condon ise buna sevinmiş ve bu görüşe sadık kalarak, çizgisini bozmadan albümünü tamamlamış.
Hüzünlü bir albüm “Gulag Orkestar”. Balkan ve Rus, kısaca Doğu Avrupa ezgileriyle indie-folk müziğinin ender rastlanan, ama iyi bir karışımı. Dolayısıyla trompet sesi çok duyuluyor albümde. Zira trompet, bu (bize) yakın coğrafyaların hüznünü iyi yansıtan bir enstrüman.
Açılışta, albümle aynı ismi taşıyan bir tür Balkan cenaze marşı var. Trompetli bir girişin ardından son derece melodik ve melankolik bir tema ve acılı bir vokalle başlıyor albüm. İkinci sıradaki ‘Prenzlauerberg’ ve ardından gelen ‘Brandenburg’, melankoliyi üst düzeye çıkararak Balkan müziğinden hiç haberi olmayanların bile kulaklarını kabartıyor. ‘Postcards from Italy’ şarkısı dinleyiciyi, Kusturica filmlerinde gördüğümüz eğlenceli bir Balkan düğününün ardından, alkolün bitmeye yüz tuttuğu ama nostaljik bir neşenin hâlâ sürdüğü bir geceye götürebilir. ‘Mount Wroclai’ ile bulutlar giderek dağılırken, ‘Rhineland’da trompetler yine minör melodiler çalıyor. ‘Scenic World’ ise indie-folk’a, hatta lo-fi’ya yakın bir şarkı ve Condon’ın trompeti ve akordeon, bu kez sanki Kuzeybatı Avrupa’dan çok güzel bir ezgiyi çalıp söylüyor: “Kaygısız bir hayatın hayalini kurmaya çalışıyorum / Tüm günbatımlarının nefes kestiği bir dünya manzarası...” Şarkı isimlerine dikkat edilirse, bir Avrupa turunda, Rusya ya da Balkanlar’dan çok Almanya’da konaklandığını söyleyebiliriz. ‘Bratislava’, bandoyu getiriyor beraberinde ve bir tür marş dinliyoruz. Condon’ın anlaşılmaz şarkı sözlerini burada da duymak mümkün. Sesinden genç olduğu gerçi belli oluyor ama Tom Waits’in yokluğunda, votkalı ve dumanlı bir ortamda mikrofonu eline alsa, kimsenin bu sese itirazı olmaz. Onun sesi güçlü ve her yere uyabilecekmiş gibi çıkıyor. Vurmalı çalgılar, klarnet, akordeon, mandolin ve keman ise, neredeyse tamamı evde kaydedilen “Gulag Orkestar” albümünün diğer temel enstrümanları.



Yaşamadan Bilmek

Aslında Zack Condon’ın, Balkan müziğinin gerisinde yatan acıları ya da bu coğrafyaların tecrübesini yaşamadığını biliyoruz. Okulu bırakıp çıktığı dört aylık Avrupa gezisinde daha çok Paris’te kalmış, orada bol bol Balkan müziği dinlemiş, dönünce de etnik müziklerin farkına varmış, aydınlanmış ve dinlediklerinin etkisinde şarkılar yazmaya başlamış. Koçani Orkestrası’nın “Alone at the Wedding” albümü, onun favorisi. “Kusturica filmlerini seyrettiğimde, sürekli sarhoş halde ortalıkta dolaşan ve sağa sola çarpan bandolara bayılmıştım,” diyor. “Bu müziklerin nasıl zor koşullar altında üretildiklerini bilmiyorum; sadece bu müziğin ne hakkında olduğuna, bu müziklerde neyi sevdiğime dair genel bir sezgim var.”
Albümün kapak fotoğrafı Almanya’nın Leipzig şehrinde bir kütüphanede bulunmuş ama fotoğrafçı bilinmiyor. Bilen varsa, Condon’a haber vermesi gerekiyor.
Dağınık, sarhoş ve duygulu bir müzik yapmak isteyen; öte yandan Beirut’a hiç gitmemiş olan ve orayı antik Müslüman kültürle çevrili şık bir kent olarak hayal eden Condon, giderek daha çok seviliyor. Son EP’sinin ismi “Lon Gisland”. Son dönemlerin “İlle de Roman olsun” diye özetlenebilecek eğilimlerinin ve Gogol Bordello ya da DeVotchka gibi topluluklarının yanına yerleştirebiliriz Beirut’u. Globalizmin sayısız zararı, yerel değerlerin yok edilmesine kadar vardı ama onları daha da görünür kılmış da oldu. Ezgileri sevenler, yerelliği korumaya çabalıyor hâlâ.

Beirut / Gulag Orkestar (Equinox Müzik)

Sunday, March 18, 2007

Bir Albüm: Young Marble Giants


Britanya toprakları müzik açısından her zaman verimli olmuştur. İngiltere, ülke olark popüler müziğin iki büyük lokomotifinden biri olsa da, İrlanda, İskoçya ve hatta Galler’den de dünya çapında ilgi gören müzisyen ve gruplar çıkmıştır. Galler deyince aklıma ilk gelen örnek Manic Street Preachers. Hemen ardından ise, bugün isimleri pek az hatırlanıyor olsa da, Young Marble Giants geliyor. 1980 başlarında Ada’nın ortasındaki Manchester şehrinde Joy Division topluluğu “Closer”ı kaydederken, daha güney batıdaki Galler’ın başşehri Cardiff’te de Young Marble Giants üçlüsü, sonraları kült bir başyapıta dönüşecek olan “Colossal Youth”u yaratıyordu.
Stuart ve Philip Moxham kardeşlerle beraber vokalde Alison Statton’da oluşan YMG üçlüsünün müziği bugün hala benzersiz. Müzik endüstrisinin karmaşası içinde, new-wave, post-punk, indie ve pop müziğin ortasında, son derece minimalist bir yaklaşımla ve çok kısa bir süre boyunca müzik yaptılar ve sonra da sağa sola dağıldılar. Onların öncüsü olarak bir isim verebilmek kolay değil, takipçileri olduğunu söylemek de öyle. Türk şiiri ile kıyaslarsak, bence Ahmet Muhip Dıranas gibi öncesi ve sonrası olmayan bir yerde duruyor YMG.
Yumuşak ve özelliksiz bir davul makinesi, funky bir bas, kısa ve kesik gitar akorları ve Statton’ın ‘serin’ ve nötr vokalleri.. Ortaya çıkan ise, son derece atmosferik, yoğun, melodik ve büyüleyici bir müzik. Her an patlamaya hazır ama hiçbir zaman patlamayacağından emin olunan bir hal. Duygu hariç tüm yüklerinden arınmış, minimalist pop müziğinin doruk noktası...
Tüm bu özellikler, kolayca tahmin edilebileceği gibi “Colossal Youth” albümü çıktığında gruba kısa sürede sadık bir izleyici kitlesi yaratsa da, ticari açıdan başarı sağlayamadı. İki EP daha kaydettikten sonra üçlü 1981’de dağıldı. Solist Statton, caz, lounge ve popu birleştiren Weekend grubuna katılırken, kardeşlerden besteci ve şarkı sözü yazarı Stuart Moxham ise önce The Gist grubunu kurdu, sonra da 90’lı yıllarda yoluna, asla YMG kadar iz bırakmayacak olan solo çalışmalarla devam etti.
Bugün biraz araştırdığımızda, Everett True, Andrea Juno ya da Richie Unterberger gibi önemli ve ciddi müzik yazarlarının YMG’ın müziğine övgüler düzdüklerini görebiliyoruz. Rahmetli Kurt Cobain’in hayatını değiştiren 10 albüm arasında da YMG’ın “Colossal Youth”u vardı. “Bu müzik insanı gevşetiyor, rahatlatıyor. Tamamen atmosferik.. Zevk veren bu müziği çok seviyorum. Onları pek tanımıyordum, yani Moxham kardeşleri.. ‘Bleach’ albümünden bir yıl önce onları dinledim. O sıralar sadece resim yapıyordum ve sanatsal faaliyetler içindeydim. Bugün böyle bir müzik duyduğumuzda, heyecanlanmamamız gerekse de heyecanlanıyoruz. Ne tuhaf değil mi?.. Yakında bir YMG toplamasına ‘Credit in the Straight World’ şarkılarını yorumlayarak katılacağız,” diyordu Cobain. Son söylediği gerçekleşemedi ama Courtney Love, grubu Hole ile bu şarkıyı daha sonraları yorumladı.
Eğer istenirse, Crepuscule şirketinin on beş yıl sonra çıkan CD baskısında EP’lerle birlikte Young Marble Giants’ın bütün şarkılarına ulaşılabiliyor. Indie pop’un temel renkleri, en makyajsız ve berrak haliyle onlarda saklı.

Bir Albüm: The United States of America


İsimlerine bakmayın... 1968 tarihinde çıkardıkları ilk albümleriyle progressive rock ile psychedelia’nın, performans sanatıyla deneysel müziğin karşımı olarak görülen ve Amerikan ticari kültürünü hicveden devrimci bir yapıta imza atmış olan bu grup, bugün, isimlerinin çağrıştırdığı tüm olumsuz anlamların tam karşıtında duruyor. Daha doğrusu duruyordu; çünkü grup çok uzun bir süredir, 38 yıldır yok!
Sadece bir albüm yaptı The United States of America. Ama yaptıkları müzik o kadar öncüydü ki, bugün müzik tarihinin en kült grupları arasında sayılıyorlar. Birçok enstrümanı çalabilen besteci Joseph Byrd önderliğindeki grup, gitarın ön planda olduğu bir dönemde gitarsız nasıl müzik yapılabileceğini herkese göstermiş, ama ticari açıdan başarısızlık ve uyuşturucu problemleri sonrası iki yılda defterini kapatmıştı.
1960’ların başlarında New York şehri, sanatın her dalında son derece yaratıcı, üretken ve öncü bir insan topluluğuna, hatta kuşağa yataklık ediyordu. Nereye bakılsa bir sanatsal aktiviteyle karşılaşılıyordu. Avangart müziğin dev bestecilerinden Berkeleyli Steve Reich, La Monte Young ve Terry Riley’in ekolünden olan Joseph Byrd, Stanford akademisinden yüksek lisansla gelip, işte böyle bir ortamın içine düşmüştü. Büyük bir şans sonucu, ilk performansında ona modern müziğin virtüöz piyanistlerinden David Tudor eşlik etmişti. Byrd, “Tabii bütün bunların merkezinde John Cage vardı,” diyor. “Onun etkisi müzikten dansa, oradan da ismi bile olmayan sanat dallarına uzanıyordu ve her türden sanatçıyı üretime sevkediyordu.” New York’un bereketli sanat ortamında bulunurken gözlerini ve kulaklarını dört açan Byrd, The United States of America’nın müziğini. arkadaşlarıyla birlikte burada yeşertti. Besteci Charles Ives’a duyduğu sevgi, onu avantgardın yanına tarihi bir boyut katmasına da sebep oldu. Etnomüzikoloji doktorasıyla birlikte Hint, Endonezya ve Japon müziklerine de yönelen Byrd, devrimci ideolojiyi tüm bu eklektik unsurlarla yoğurarak kendi yapıtını oluşturdu ve akademisyen olarak çalıştığı U.C.L.A.’in dışında da ilgi gördü.
Rock müziğine uzak müzisyenlerle oluşturulmuş bir rock grubu, “The United States of America”. Aynı isimli tek albümleri, ‘The American Metaphysical Circus’ şarkısıyla başlıyor. Sirk efektleri ve elektronik seslerle psychedelia’nın bütün havası bu şarkıda var. İkinci sıradaki ‘Hard Coming Love’da ise rock duygusu devreye giriyor. Grubun sound’unda Byrd’in o dönemlerdeki sevgilisi Dorothy Moskowitz vokalleri ve Gordon Marron’ın elektrikli kemanı oldukça belirleyici. ‘Cloud Song’ işte bu kemanlarıyla masalsı bir hava yaratırken, Hieronymus Bosch’ın 1504 tarihli ünlü tablosundan ismini alan ‘The Garden of Earthly Delights’ orgların sivri sesleri ve sert ritmiyle albümün en akılda kalıcı şarkısı belki de. ‘I Won’t Leave My Wooden Wife For You, Sugar’da vokalde Byrd var. Country melodileri çalan kemanlar ve yine elektronik seslerle yüklü şarkı birden kesiliyor ve bir tören melodisi devreye giriyor. Küçük bir kilise korosuyla çok sesli olarak başlayan ‘Where Is Yesterday’ ise üç dakikaya akıldan çıkmayan bir nakarat sığdırıyor. ‘Coming Down’ yırtıcılığıyla öne çıkarken maalesef çok kısa sürüyor. Bu şarkılar bugün kaydedilseler, kesinlikle daha uzun çalınırlar. Kemancı Marron’ın vokal yaptığı romantik ‘Stranded in Time’ da maalesef iki dakikayı bile bulmuyor ve Kinks şarkılarını akla getiriyor. Şarkı sözleri ise hayatını finansal hedeflere odaklayanlara yönelik bir güzelleme!.. Ernesto Che Guevara’nın ölümünden 75 gün sonra (23 Aralık 1967’de) kaydedilen ‘Love Song For The Dead Che’ için “çok güzel” denebilir ancak: “Geceleyin sana çiçekler getirebilirim / Titreyen parmaklarımın sana dokunuşu kadar yumuşak çiçekler, aşkım / Yılın sonuna doğru, yılın sonuna doğru...” Üç bölümden oluşan son parça “The American Way of Love” ise tuhaf bir ‘sonik-kolaj.’
The United States of America bugün Curved Air, Portishead, Broadcast gibi farklı grupların etkilendiği isimler arasında saylıyor. Tek albümlerinin tek sorunu, kısa olması. Ama neyse ki 2004’te yeniden yapılan CD baskısına 10 tane de ‘bonus’ şarkı eklenmiş durumda. Psychedelic müziğin köklerine erişmek isteyenler “The United States of America”yı ıskalamamalılar. Hippiliğin devrimci yanı onlarda saklı.

Kuyan-Bulak Halı Dokumacıları Lenin'i Onurlandırıyor

Sık sık ve cömertçe onurlandırılır Yoldaş Lenin. Büstleri vardır ve heykelleri. Kentlere ve çocuklara verilir onun ismi. Konuşmalar yapılır ...