İncirliova’ya kaç defa gittiğimi tam olarak hatırlamıyorum.
70’li yılların sonlarında, üç ya da dört defa olmalı... Bir de bunlardan 35 yıl
sonra bir kez daha gittim. Bu son gidişimde de, aynı eskiden olduğu gibi tren
istasyonunda zaman geçirdim. Rayların üzerinde ve terk edilmiş depolarda
dolaştım, çürümeye bırakılmış vagonların etrafında yürüdüm; birkaç da fotoğraf
çektim. İstasyondan geçen tren sayısı pek değişmemişti. Bina restorasyon
geçirmiş ama eski havasını çok da kaybetmemişti. Oysa otoyolun ikiye böldüğü
kasaba için aynı şeyi söyleyebilmek zordu.
Çok küçük yaşlarımdan beri trene biniyorum. Biniyorum çünkü
yaşadığımız büyükşehirde akrabalarımız bizden uzakta otururdu ve biz
bayramlarda ailece onları ziyarete giderdik. En ekonomik ve rahat ulaşım yolu
olduğu için de trene binerdik. Koku ve ses, bu ikisi, istasyonda ya da
trendeyken beni en fazla etkileyen şeylerdi. Yakıtın ahşap traverslerde ve
demirde bıraktığı koku ile trenin giderken çıkardığı yarı-ritmik ses..
Başka bir eve taşınmamız da bizi trenden uzaklaştırmadı.
Yaz tatillerinde de ailece tren yolculukları yaptık. 70’lerin Türkiye’sinde,
Batı Anadolu’da tren yolculuğu nasıldır bilirim ben. En düşsel ama en zevkli
anılarım ise gecenin ortasında -mesela Dinar’da- tren durduğunda satıcılardan -bazen-
alıp yediğimiz minik şiş kebaplardı. Ayran da olurdu yanında ve bu ikili bana
çok lezzetli gelirdi. Bugün de yolculuk etmem gerektiğinde tercihimi trenden
yana kullanırım.
Babamın askerden yakın arkadaşının daveti üzerine, bir yaz tatilinde
gitmiştik İncirliova’ya. Yedi yaşındaymışım, ilk gidişimizde. Sonra üst üste,
birkaç yaz boyunca gitmeye devam ettik. Ayşe Teyze ve Mestan Amca’nın evi tren
istasyonuna yakındı. Akşama doğru kasabalılar kapılarının önüne çıkar, çay
içer, mısır, çekirdek yer, sohbet ederlerdi. Bu böyle gece geç saatlere kadar
sürer gider, kimin ne zaman içeri girip akşam yemeğini yediği (ve tekrar kapı
önüne çıktığı) pek belli olmazdı. Akşamları güzeldi; hava serinlemeye başlarken
insan sıcaklığı hâkim olurdu havaya. Ama özellikle öğle sonraları sıkıcıydı ve
benim için tek heyecan verici şey, İncirliova tren istasyonundan geçen
trenlerdi. Günde, hatırladığım kadarıyla 7-8 tren geçerdi istasyondan.
O sıkıcı öğle sonralarının birinde istasyona gittim. Küçük
binanın içinde bir çay ocağı vardı, ama ben dışarıda duran ahşap masalarından
birine oturdum. Daha doğrusu oturma cesaretini gösterdim, çünkü yabancı bir
yerdeydim, küçüktüm ve çekingendim. Gazoz istedim. Maalesef hangi marka gazoz
satılırdı orada tam hatırlayamıyorum, ama Kocataş ya da Topçam gibi bir ismi
vardı. Gazozu içerken bir tren geldi. İnenler binenler oldu, sesler duyuldu,
bir canlılık oldu. İstasyon kapısının yanında asılı tabelada hangi saatte hangi
trenin duracağı yazılıydı, bunu daha önceden görmüştüm. Gidip o tabelaya baktım:
tren tam zamanında gelmişti. Her nedense hoşuma gitti bu. Bir sonraki tren de
zamanında mı gelecek acaba, diye geçti aklımdan, ama gördüm ki o trene daha iki
saatten fazla zaman vardı. Gazozumu içip eve döndüm.
Nasıl vakit geçirdim bilmiyorum ama keyifle ve heyecan
içinde, bir sonraki trene 10 dakika kala istasyondaydım yine. İleri geri
yürüdüm, oyalandım. Oyalanırken gözüm hep Aydın yönündeydi. Ve evet, az sonra uzaktan
bir düdük sesi geldi ve beklenen tren yine tam zamanında istasyonda durdu. Günü
yedi-sekiz parçaya bölen ve her seferinde kasabaya bir hareketlilik getiren bu
rutin, benim eğlenceme dönüştü zamanla. Genelde istasyona 10-15 dakika erkenden
geliyordum. Kullanılmayan raylara indiğim, onları dikine keserek dolaştığım da
oluyordu. Bir de kirlenmemiş, katlanmamış açık yeşil renkli biletleri
topluyordum. Bunları yerden alırken kimseye görünmediğimi düşünüyordum. Tren geldikten
sonra da, sanki bir görevim varmış da onu tamamlamış gibi, iyi bir hisle eve ya
da sokağımıza dönüyordum. Sabah 11 gibi gelen bir yolcu treni mesela, en
sevdiğimdi, çünkü hem insan getirirdi, hem de ailece edilen kahvaltı sonrası
evden çıkmak için bahaneydi. İstasyonda gazoz içeceğimi, yani doğruyu
söylüyordum babama. Zaten kasabanın atmosferi güven veriyordu hem bana hem de
bizimkilere. Kaybolsam bile birisine Mestan Amcalarda kalıyoruz derim ve
nasılsa yolu gösterirler, diye düşünüyordum.
35 yıl sonra İncirliova’ya giderken ateşim yüksekti. Önce
Germencik’te durdum. İstasyon kötü bir restorasyon geçirmişti, üzüldüm. Biraz
sokaklarda dolaştım. Satılığa çıkarılmış, bahçe içinde bir köy evini, daha
doğrusu bir harabeyi gezdim. Harabeydi evet, ama güzeldi. O evi alıp orada
yaşamayı hayal ettim. Sonra İncirliova’ya devam ettim. İstasyona adım atarken
içim ürperdi. Dediğim gibi, büyük bir değişiklik yoktu istasyonda, ama o gazoz
içen çocuğun duygusu da orada yoktu ve geri çağrılabilecek gibi de değildi. Sokaklara
daldım, etrafa bakınarak dolaştım, hâlâ geniş ve gürültüsüzdüler. Bir zamanlar
kaldığımız evi bulmam zor olmadı. Önünde çocuklar toplanmış oynuyordu ve birinin
bile suratı asık değildi. Onlarla oturdum, sohbet ettik; hatta biraz da top
oynadım. Ateşim düşmeye başlamıştı.
Geçen 35 yıl, orada çocukken geçirdiğim yazları asla
unutturmadı bana. Orada, yabancısı olduğum için nedense biraz mahcubiyet
duyduğum, bu mahcubiyetin can sıkıntısına karıştığı, ama bir yandan da içimi
hep sıcak tutan bir şeyler vardı. Tabii bunları şimdi geriye dönüp bakarak
söylüyorum. Zamanın bölünmesine ilk orada ihtiyaç duymuştum. Sıkıntı bölününce
tahammül edilebilir bir şeye dönüşüyordu. Zamanın geçmesini istiyor muydum
peki, işte bunu bilmiyorum, hatırlamıyorum.
Hilmi
Tezgör
*Bu hikâye Kasım 2020'de Virüs dergisinde yayımlanmıştır.